hatırlamayı bilmiyordum daha. ya iki ya üç defa aydınlık olmuştu. her taraf kupkuru. onlarca bacak, yan yana, ardı sıra. bazıları uzaklaşıyor, bir o kadarı geliyor. ben onlara yetişemiyorum, ne o kadar hızlı, ne de o kadar uzun koşamıyorum ki. dizlerimi bile kilitleyemediğim için ayakta uyuyamıyorum. dediler ki, birkaç aydınlık, birkaç karanlığı izleyecekmiş, sonra ben de büyük olacak, dört nala koşabilecek, ayakta uyuyabilecekmişim. karanlık olup gözlerimi kapadığımda rüzgâra karıştığımı, gök tengri’ye doğru uçtuğumu görüyordum. aydınlıkta en çok bataar’ı düşünüyordum, uzun saçlı, kırmızı yanaklı, kolları- bacakları güçlü, beraberce büyüceğimiz bir sırttaşım olacaktı bataar. birlikte çalışacak, birlikte koşabilecek, sessiz ve sözsüz anlaşacağız onunla. naadam şenliklerinde birincilik kazanacağız. kara gözlerini, keskin bakışını sırtımda hissettiğimi, ellerinin boynumda dolaştığını hayal ediyordum. kahraman’ın kahramanı olacaktım!
bizi çitlerin arasına koymadılar, iplemediler de. ger yakınlarında ayakta uyuduk. duyduk ki önce cesur yürek, hemen ardından bereket ana gitmiş. bedenlerini toprağın altına, resimlerini buda’nın yanına koydular. haşi gelin çok ağır yürüyebiliyor, karnım onunki kadar büyük olsa, ben o kadar da yürüyemezdim herhalde. hiç aramıza gelmiyor, hep uzaklarda, bir görünüyor, çokça kayboluyor. yalnız savaşçı bütün işleri tek başına yapıyor. bize de vakti kalmıyor herhalde. mavi dedi ki, onların ışıkları bitti. kuyruğu en uzun, toynakları en güçlü olandır, boynundaki mavi şal taş tapınağın bayrağı gibi uçuşur. herkes mavi der ona. şanslısın, sen gelirken onlar daha gök tengri’ye gitmemişlerdi. onların hep bir çözümleri vardı. bakalım haşi gelin ne yapacak şimdi genç başına?
bacaklarımın kuvvetleniyordu, daha uzun koşuyordum artık. aydınlık karanlığın içinden çok zor çıkıyordu bu ara, önce hafifçe koşuyor, ısınıyordum. kuyruğum kendince uçtuğunda, rüzgârla birlikteliği keşfettim. ben rüzgârı çok sevdim, yüzümü, saçlarımı, böğrümü okşadı. harikaydı, o da beni sevdi galiba. dursaydı sorardım: bataar’la koşarken bize katılır mısın?
aydınlık, karanlık, aydınlık, daha aydınlık, karanlık birbirinin yerine geçti sürekli. haşi gelin ortalarda yok. ger içinden çıkmadı hala. ağlıyor mu, derdi ne, anlamıyorum, ne olabilir ki. mavi nerdeyse içeri girecek, o kadar yakın kapıya. yoksa bataar mı geldi? kalbim çok, en uzundan daha çok uzun koşmuşum gibi çarpıyor, kuyruğum beni dinlemeden dönüp duruyor. beklemek deniyormuş buna, işin yok, gidemiyorsun, uçabilecek kadar güçlüsün, duruyorsun. sevmedim bunu, beklemeyeceğim. bataar gelmiş olsa da, eğer o da benim gibi ayakta uyuyacaksa, daha dizlerini kilitleyemez, onun da biraz büyük olması için birkaç aydınlığın kararması gerek. alıp kuyruğumu, koşmaya başladım. belki o ayakta uyumaz, o zaman daha mı çok karanlığın aydınlanması gerek acaba. önce tırıs tırıs, sonra hızlandım, doludizgin uçtum ter içinde kalıncaya kadar. kalbimin gümbürtüsü ancak geçti. bataar’a anlatıyordum her gördüğümü, koşmayı nasıl sevdiğimi, rüzgârı, taş tapınakları, maviyi. en çok da mavi’yi anlattım. sıcaklar olmuş, sonra soğuklar, sonra sıcaklar başlayınca ilk o gelmiş, ilk gelen şans ve güç getirdiğinden mavi şalla kutsanırmış, onunkini cesur yürek bağlamış boynuna. bataar ilk gelen mi, yalnız savaşçı ona da mavi eşarp bağlayacak mı? hem anlatıyor, soruyor hem de koşuyordum. bacaklarının, kollarının, ağırlığının hayalini kuruyordum, ensemde nefesini duyuyordum, sanki saçlarım uçuşuyor, onun kahve dalgalı saçlarına karışıyordu.
mavi, anam ve diğer yaşlılar toplanmışlar, hepsi gerin kapısında, kuyrukları sanki özel bir haber yayarcasına hareketli. anladım, bataar gelmiş, hemen yanına gitmeliyim, hemen sırtıma almalıyım. haşi gelin dinlensin, çalışsın, gezsin. artık büyüdüm ya, ben öğretirim her şeyi. kaç aydınlık geçti onsuz. artık beraber olacağız, o ne derse o olacak, bataar’a varmalıyım. hepsi bir ağızdan homurdanıyor, kişniyorlar, anlayamıyorum, n’oluyor. küçükken iyiydi, annemin bacakları arasına girer, her şeyi rahatça duyar, görürdüm. nerdeyse mavinin boyundayım, aralarına karışamıyorum. bir anlasam, gerekirse cesur yüreği toprağın altından çıkarır getiririm, biliyorum nerde yattığını. o çözer, bereket ana’yı da getiririm. bataar iyi olsun, yeter.
bataar’ın sesi geliyordu. çığlık çığlığa, bağırmak gibi, belki ağlamak, yoksa beni mi çağırıyordu. bataar susmuyordu, beni istiyordu eminim. kimse beni dinlemiyordu ki. küstüm hepsine, yüzümü uzaklara döndüm. kahverengi toprakla bembeyaz bulutların arasında rüzgara karıştım. yerin göğe kavuştuğu yere varacak, bulutların toprağa değdiği yerde beyazlara tırmanacaktım. ilk karanlıkta gere dönmedim. gözümün gördüğünce uzakta ne ger, ne araba, ne de tek bir insan vardı, gök tengri’nin evinin ışıkları ve topraktaki yeşil bitkilerin şarkıları arasında durdum. sessiz, nefessiz, ne bildik bir ah’sız. acaba bereket ana burada mıydı, ışığı bitenlerin yeri miydi burası. bilmediklerim o kadar çoktu ki, soruların arasında kalmayı seçtim.
karanlıkta gözlerimi kapadığımda bataar’ı görüyordum. anamla konuşuyor, mavinin sırtında dik oturabiliyordu, birlikte koşuyordular. kardeşi oylunbilik oyun oynayacak kadar büyümüş, oynuyorlar, bataar kardeşinin yükünü nerdeyse anası haşi gelin’den almış, bir abi ciddiyetinde bildiklerini ona öğretiyor. karanlığın içinden gelen sesini duydum, bir çağrıydı. mavi’nin ışığı azalıyor ve sana tüm bildiklerini anlatmak istiyor diyordu, dönmeliydim ve de dönmeye başladım. aydınlıklarca, karanlıklarca koştum, yoruldum, dört nala koşmayı sürdürdüm. rüzgârda toynaklarım toprağa değmiyor, kuyruğum kendince dans ediyordu. uzakta çok uzakta gördüm gölgeleri, tanıdım geri, çitleri, ipleri ve de mavi’yi. daha hızlandım ve vardığımda aydınlanıyorduk.
bataar gerin arkasındaydı. beni çite götürdü, önce çite, sonra sırtıma tırmandı ve sarıldı. bedenime sıcaklığı yayıldı, rüzgâr gibi. yorgunluğum bacaklarımdan akıyordu, bulutlar gibi. sarıldı boynuma, küçücük elleri güçlüydü. boynundaki mavi eşarp gözlerimi örtse de tırısa kalktım, bacakları böğrüme ulaşamıyordu, olsun, saçları saçlarıma, terim terine karışıyordu. dönüp dolanıp mavi’nin yanına vardık. bataar mı dedi, mavi mi söyledi, ben dinledim hepsini. doğum zor, acı bilinmedik, bir de mosmor bir leke. şok etmiş, sesleri kesmiş. bereket ana olsa!? mavi yanlarında, kişnemesine sağırlar! yalnız savaşçı gerde, ama elden ne gelir. gözü yaşlı bebeğin başını beklemişler. oysa mor leke cengiz mührü. gördükleri ilk yeni doğmuş bebek.… bebeğin adını gitmeden cesur yürek bırakmış, bataar demiş, cengiz gibi olacak torunum, kahraman olacak bataar’ım demiş. bütün canlıları sevecek, en çok da atları. bütün hayvanları anlayacak, bulutları izleyecek. toprağı, taşları, kumları dinleyecek, demiş bereket ana.
mavi’nin sesi yavaşladı, dizleri titriyordu. yaklaştı. bataar’ın boynundaki mavi şalı alıp benim boynuma sardı, ve kulağıma fısıldadı: senin adın zuud, cengiz’in en sevdiği atı gibi. bataar ve zuud! ardından sessizce ve yavaşça bulutlara doğru uzaklaştı.
gökten üç mavi taş düşmüş. onlar ermiş muradına.
Bir cevap yazın