Mülteci diye tanımlanan kişi; ülkesinde ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da ulusal kimliği nedeniyle kendisini baskı altında hissederek kendi devletine olan güvenini kaybeden, kendi devletinin ona tarafsız davranmayacağını düşüncesi ile ülkesini terk edip, başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan ve bu talebi o ülke tarafından ‘kabul’ edilen kişidir.
Sığınmacı: Muhtemel sığınma ülkesi tarafından mülteci statüsü almaya yönelik başvurusu karara bağlanmamış kişiler için kullanılan bir terimdir.
1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol’e göre mülteci, “Irkı, dini, vatandaşlığı, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeni ile zulme uğrayan ya da zulme uğramaktan haklı nedenlerle korku duyan, bu nedenle vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yok ise ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa, oraya dönemeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancıdır.”
Bugün dünya çapında verilen bilgilere göre: “300 milyonu aşkın insan, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı koşulların bir sonucu olarak, doğduğu ve büyüdüğü topraklardan uzakta, var olma savaşı veriyor. Bu rakam, dünya nüfusunun yaklaşık %5’ine tekabül etmektedir, yani her 20 kişiden biri göçmendir. Bunların 12,5 milyonu yarı-köle, 2,5 milyonu insan ticareti mağduru, 30 milyonu “kaçak” ve 50 milyonu da mülteci konumundadır. Rakamların yüksekliği şaşırtıcı olabilir. Ancak kapitalizmin yol açtığı sosyo-ekonomik koşullara (açlık, yoksulluk, işsizlik gibi), savaşları, bölgesel veya yerel çatışmaları, katliamları, siyasi baskıları ve yine onun tahripkâr üretim tarzı yüzünden oluşan doğal afetleri de eklediğimizde, göç gerçeğinin ulaştığı boyut daha iyi anlaşılacaktır.”
Tarumar olmuş bir hayattan çıkıp kendilerini güvende hissetmek adına yasal ve yasal olmayan yolculuğa çıkarken kim bile bilir yüreklerinde ne büyük acılar ve yeni yolculukları adına ne umutlar vardı. Ne açıdır insanın çaresiz kalıp toprağını terk etmesi. Oysa insanın toprağından kopması özgürlüğünden kopmasıyla özdeştir. Kendilerini güvende hissetme umutlarıyla gittikleri ülkelerde ise karşılaştıkları bürokrasi engeller ve içinde bulundukları çaresizliklerden istifade etmek isteyen “insan” rolüne bölünmüş akbabalar…
Nihayetinde uzun ve zorlu bir sürece başlayan bu insanların başlarına gelenler, zor yaşam koşulları, geçirdikleri psikolojik sıkıntılar… Yaşadıkları iletişim dil sorunları, toplumda karşılaştıkları önyargılar; zira mülteci ve hakları ülkelerin politik gündemlerini meşgul ederken bu konu topluma çok az yansımakta, yerel ve görsel medyada çok az yer verilmekte ve toplum bu konuda bilinçlendirilmemekte. Bilinçsiz bir toplumun mültecilere olan tutum ve davranışları da sorunları artırmakta.
Buna örnek olarak; 11/03/ 2012 tarihinde Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy seçim kampanyasının mitinginde, Avrupa’nın sınırlarının kontrol edilemez durumda olduğunu öne sürmüş, seçmenlerine, yasa dışı göçe karşı adım atılmadığı takdirde Schengen Anlaşması’nı tek taraflı olarak askıya alma vaadinde bulunmuştur. Bu durumun seçim propagandası olarak destek topladığı günümüzde, görülen o ki sorunun sadece hükümet politikaları temelinde değil aynı zamanda toplum temelli olduğu ve insanlarla süre giden, derinleşen bir ötekileştirme vaziyeti görülmektedir.
Avrupa ülkelerin yasa dışı düzensiz göçle mücadeleyi yoğunlaştırması ve sığınma hakkını kısıtlaması dolaysıyla mülteci, sığınmacı, göçmenler Türkiye gibi geçiş ülkelerinde büyük problemlerle karşı karşıta gelmektedirler.
Türkiye’de 1951 yılında yapılan Cenova Sözleşmesi ve ardından 1994’te kararlaştırılan bir yönetmelik haricinde mülteci hakları üzerine herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır ve bu nedenle Türkiye’nin yabancı uyruklu mülteci, sığınmacı, göçmenler ile tek başına cebeleşmesi gayrimümkün.
Bu durumlarda Türkiye’ye sığınanlara misafir gözüyle bakılıp belli bir zamandan sonra ülkelerine dönmeliler diye düşünülmekte. Bu yaklaşım ise haliyle sığınmacıların hayatını aidiyet ile iyice sıkıntıya sokup izole ve vatandaşlık haklarından zoraki yoksun bırakmakta.
Ayrıca Türkiye’de Akdeniz ve Ege kıyıları mülteci, sığınmacı ve göçmenler için önemli birer geçiş güzergahı olduğu kadar ölümcül deniz kazalarının yaşandığı ve birçok insanın hayatını kaybettiği, mültecilerin can güvenliği açısından en riskli bölgeler halinde.
Sonuç olarak; kara ve deniz yoluyla Avrupa’ya geçmeye çalışmakta olanların bu isteği de çoğu kez yerine ulaşılmamakta.
Üstelik Toplumda “Hayırlı insanlar olsa ülkelerini terk etmezlerdi, ne diye onlara zaman ayıralım” şeklinde karşılaştıkları hitaplar, hor görülmeler, gurur kırmalar, incinmeler… Oysa insanlık tarihinde hiç kimsenin hak etmediği eylemlerdir bunlar. Bütün her şey izah edilebilinir, onur incitmenin, gurur kırmanın, hiçbir fehvası yoktur.
Kaçak çalışmak zorunda kalanlar, zor şartlarda çalışanlar, sağlık hizmetlerinde yararlanmayanlar, yaşadıkları küf tutmuş pis mekana bağlı olarak gelişen hastalıklar, yeterli beslenmeyenler ve yaşadıkları iş kazaları… Uygulanan baskıcı ve dışlayıcı politikalar… Saymakla bitip tükenmeyen sıkıntılar içler acısı insan dramı…
Nihayetinde yaşanılan bu sorunlar, sıkıntılar sonucu kendi içlerinde ezik ve hüzünlü yaşamaları kaçınılmaz hale dönüşüyor.
Özellikle’de çok kültürlülüğe müsaade vermeyen ülkelerde bu saydığımız sıkıntıları daha sık görülmekte. Son zamanlarda Ortadoğu’nun içine düştüğü bataklık sonucu mülteci ve sığınmacıların transit geçiş yaptıkları Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün vb. ülkelere sığınan mültecilere baktığımızda çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. Söz konusu kadın ve çocuklar olunca haliyle suiistimallerde artmakta.
Ülkeler BM Mülteci Kurumu temsilcileri “İhtiyacı olanlara yeteri kadar yardım veremiyoruz. Mültecilerin büyük çoğunluğu da kadın ve çocuklar. Çoğu işe gitmeye alışık değil. Bu durumda, geçinmek için seks bir seçenek haline geliyor” diyor.
Birde 50 ile 80 yaşları arasında olan mülteci kadınlara göz diken akbabalar…
Düşünün en zayıf çaresiz durumdaki insanları istismar etmekten daha iğrenç ne ola bilir. Bunun adı tecavüz, fuhuş, para karşılığı evlilik ne olursa olsun…
Bu insanların çaresizliklerinden yararlanarak esaret ve benzeri uygulamalara tabi tutup çıkar ve fayda elde etmek, çaresiz kalışlarından dolayı rızalarını elde etmek sömürüdür.
Bu sömürü insanlık tarihinde yeri yoktur. Aksine insanın insanı sömürmesi insanın kendini yok ediş sürecidir.
Esenlikler…
Mehtap ERDOĞAN
Bir cevap yazın