Yıllarca kapı komşularımızdı Naciye Hanım Teyze ve Abdullah Amca. Doğduğumdan itibaren tüm çocukluğum boyunca evdekiler dışında, bir de en çok onların seslerini duymuşumdur. Naciye Hanım Teyze’nin gıcırdayan ve rutubetten çürümüş tahtalar üzerinde ağır ağır dolanan ayak seslerini ve Abdullah Amca’nın şarap ve çokça sigaradan ciğerleri sökülürcesine öksürüklerini hiç unutmam. Küçük ama çok güzel de bir bahçeleri vardı. Naciye Hanım Teyze evlat gibi bakardı her bir köke. İncir bir bereketliydi, bir bereketliydi; balı süzülürdü daldan. İstesek o haliyle çıkar ağaca elleriyle verirdi ama çocuk aklı, çalmak daha cazip geliyordu.
Bir hayırsız kızları vardı bayramdan bayrama gelen, başka da kimsecikleri yoktu. Arka duvarı toprağa yaslı o evden, zengin bir damatları olmasına rağmen hiç kurtulamadılar. Belki de kendileri istemedi, kim bilir. Naciye Hanım Teyze, eski İstanbul hanımefendisi, narin ve mini mini bir kadındı. Kamburu kaderine bükük halde mis gibi çamaşırlar asardı bahçesine. Olurda kızarttığı balığın, köftenin kokusu evden çok taşarsa, üzeri kapalı bir tabakta kapımızı çalar ‘’Çocuğa kokmuştur’’ der, başı önünde tın tın evine geri dönerdi. Babaannemin de en yakın arkadaşlarından biriydi. Senelerce, onların demesine göre ahbaplık etmişler ve birbirlerinin yaşlanmalarına şahit olmuşlardı. Aralarındaki en ciddi fark Naciye Hanım Teyze, babaannem kadar mahallenin dedikodusuna meraklı değildi. Bütün kadınlar toplandığında O, bir köşede tatlı tuzlu birbirine karışmış gün tabağını yerken sadece dinlerdi. Hatta çoğu zaman orada değildi sanki. Ben babaannemin dizinin dibinde bebeğimle oynarken beni izlediğini fark ederdim. Göz göze gelirdik sık sık. Hep gülümserdi.
Abdullah Amca’yı öyle güler yüzlü hatırlamıyorum. Sabah erkenden evden çıkar, akşam gün batmadan da gelip önce bahçenin girişindeki duvarın çıkıntısında oturur gelip geçenle sohbet ederdi. Biraz da eve girmeden ayılmayı beklerdi tabi. Bütün gün dışarıda ne yaptığını kimse bilmezdi ama bir yerlerde şaraba düştüğünü anlamak zor olmazdı. Öksürüğünün sesi, sokağın başından duyuldumu, Naciye Hanım Teyze de yemeği ısıtmak için ocağa koyardı. Bütün gün içtiği boş şarap şişelerini her akşam muntazaman evin altındaki bodruma dizerdi. Sonra öksürük krizleri içinde zar zor girerdi evine.
Yaz sıcağının İstanbul’un betonları arasında insanları kasıp kavurduğu bir Temmuz günü, ailecek bahçeye, ceviz ağacının gölgesine kurulmuş oturuyorduk. Almanya’dan amcamlar, onların eski dostları, annem, babam, mahalleden amcamları görmeye gelen meraklı birkaç komşu, çoluk çocuk bir şamata sürüp gidiyordu. Babaannem, cevizin gövdesine sırtını vermiş, tüm sevdiklerinin bir arada oluşunun tadını çıkarıyordu. Konuşmalar, gülüşmeler arasında Abdullah Amca’nın tok öksürüğünü duyunca herkes yan bahçeye dikkat kesildi. Ciğerlerinin izin verdiği bir aralık Abdullah Amca herkesi selamladı. Hörmetle selamına karşılık verilince de keyiflenip evine doğru yürümeye başladı. Sonra bir an durdu, şarabın etkisiyle sendeledi ve bahçelerimizi ayıran duvara tutunup uzun uzun ah çekti. Sonra başını kaldırıp babaanneme ‘’Ahhh be Ayşe Hanım, seni zamanında almadığıma çok pişman oldum.’’ dedi. Müthiş bir sessizlik çöktü bahçeye. Herkes öylece kalakaldı. Babam ailenin en küçük erkeği olarak abilerine göre daha bıçkın olmanın etkisiyle sandalyesinden fırladı. O yaşta adama bir şey yapacağından değil de işte, anlık bir refleksti. Amcalarım ve komşular hemen babamı tutup, Abdullah Amcayı da hiçbir şey olmamış gibi evine gönderdiler. Babaannem yüzünde donuk bir gülümsemeyle Abdullah Amca’nın arkasından bir süre bakakaldı. Sonra hiçbir şey söylemeden bacağının hafif aksamasıyla, kimseden yardım almadan eve girdi. Moraller bozulmuş, ortam gerilmişti. Büyük yengem yaşlı insanlar arasında yaşanan bu olayın traji komikliğinin farkına varacak kadar olgun olduğundan, hemen Almanya’dan Türkiye’ye gelirken yolda yaşadıkları ilginç bir olayı anlatmaya başladı. Annem de çayları tazelemeye girişince ortamın havası yeniden normale döndü.
O altı yaşımdaki halimle sanırım ilk defa o zaman ‘’aşk’’ kavramını düşünmüştüm. Birinin birini sevmesi, bir erkeğin bir kadını sevmesi… Ben bir merak babaannemin peşinden eve girdim. Odasının kapısı kapalıydı. Usulca açtım. Baktım, gece onca yol gelen amcam ve yengem uyuyacağı için, saatlerce uğraşıp kabarttığı yatağında yüzünü duvara dönmüş yatıyor.
– ‘’Uyuyor musun babaanne?’’
– ‘’Yok, uyumuyorum.’’
– ‘’Geleyim mi?’’
– ‘’Gelme.’’
Aradan günler geçti. Amcamlar yazlığa gidince evdeki misafir ağırlama telaşesi yerini rutin yaşantımıza geri bıraktı. Akşam yemeklerini yine bahçede yiyorduk. Abdullah Amca her akşam aynı saatlerde evine dönüyordu. Ama o olaydan sonra değil selam vermek, öksürüğünü bile dizginleyerek duvarın ardından süzülürcesine geçip, önce bodruma şişelerini diziyor sonra da evine giriyordu. Bu durum herkesi üzüyor olsa da kimsenin ağzından eski günlere dönebilecek bir kelime, bir cümle çıkamıyordu. Herkes yaşanan olayın Naciye Hanım Teyze’nin kulağına gitmemesi için özen gösteriyordu. Annemle babam beni ağzımdan bir şey kaçırmamam konusunda üsteleyerek tembihlemişlerdi.
Bir Pazar günü annemle babam beni babaanneme bırakıp gezmeye gittiler. Babaannemle pencereden bakarken Abdullah Amca’nın da bahçelerinden çıkıp, yokuş aşağı gittiğini gördük. Babaannem evin içinde amaçsız oraya buraya bir süre dolandıktan sonra, ‘’Hadi giy terliklerini.’’ dedi. Elimden tuttu ve Naciye Hanım Teyze’ye gittiğimizi anladığımda, annemlerin tembihleri içimde bir huzursuzluk yarattı. Babaannem bahçe kapısından seslene seslene Naciye Hanım Teyze’nin kapısına kadar yürüdü; ben de peşinden. Naciye Hanım Teyze, her zamanki samimiyetiyle bizi karşıladı. Yeni de çay yapmış. Bahçedeki eski tahta masaya bizi oturtup, hemen içeri daldı. Birkaç dakika sonra da titreyen elleriyle taşıdığı tepsiyi masaya getirdi. Bana paşa çayı yapmış ve yanına da bisküvi koymuştu. ‘’Ban da ye kuzum, ban da ye.’’ diyerek oturdu karşımıza. Öyle havadan sudan konuşurlarken babaannem ağzında bir şeyler gevelemeye başladı. Naciye Hanım Teyze’nin merakı da arttıkça arttı. Sonunda babaannem o gün Abdullah Amca ile yaşanan olayı tüm ayrıntısına kadar, neredeyse keyfini çıkara çıkara anlattı. Arkasından da umursamaz bir kahkaha patlattı. Naciye Hanım Teyze’nin o ne diyeceğini bilemez hali dün gibi hatırımda. Sustu. Babaannem başka şeyler anlatmaya başladı. O sustu. Emine Hanım yarın oturmaya bekliyormuş, Saliha’nın oğlu sakat bir kızla evlenecekmiş, Arnavutlar taşınıyorlarmış… Babaannem anlattı, Naciye Hanım Teyze sustu. Zaten iki büklüm, minicik kadıncağız salyangoz gibi içine çekildi. Gözlerimi ayırmadan onu izledim. Çayıma bandığım bisküvi gibi gönlü parçalanan bir kadının da ilk defa farkına varıyordum belki. Babaannemin anlatacakları tükenince bir zengin kalkışı yapıp eve döndük. Naciye Hanım Teyze misafirperverliğini hiç bozmadan yerinden kalkıp uğurlamıştı bizi. Birkaç gün hiç görmedim onu. Ne bahçede, ne de camda. Emine Hanım Teyze’nin oturmasına da gelmedi. Arka odanın camı açık oldukça gıcırdayan tahtalardan evin içinde gezinişini duyuyordum sadece. Üzüldüğümü fark ettim; babaannemin onu üzdüğünü. O günden sonra babaannemin tüm ısrarlarına rağmen onunla uyumak gelmedi içimden. Annemle babama da bir şey söylemedim. Her bahçeye çıkışımda gözüm Naciye Hanım Teyze’yi aradı ama hiç göremedim. Artık Abdullah Amca’nın öksürüğünü duyar duymaz limon ağacının arkasına saklanıyordum. Beni sever, zaman zaman yaptığı gibi elma şekeri getirir diye çok korkuyordum. Günler böyle birbirini kovaladı durdu.
Annem ve babamla sahile indiğimiz bir günün akşam üzeri alışveriş yapıp eve döndük. Babaannem yine cam kenarındaki koltuğunda gözlüğünü takmış dantel örüyordu. ‘’Nerde kaldınız yahu?’’ deyip ayaklandı. Yine bir şeyler söyleyeceği ama nasıl söyleyeceğini bilemediği belli hallerde evin içinde gezinmeye başladı. Biraz solgun ve endişeliydi de aynı zamanda. Sonunda dayanamayıp döküldü. ‘’Deniz geldi bugün. Naciye Hanım’ın kızı Deniz.’’ diye başladı lafa. ‘’Çok hastalanmış. Bir adam tutmuş kızı da. Kadını çuval gibi sırtlanmış adam, arabaya kadar taşıdı.’’ Annemle babam çok üzüldüler. Abdullah Amca’yı sormaya kimsenin dili varmıyordu. Babaannem benimle göz göze gelmemek için tekrar oturdu koltuğuna, eğdi başını örgüsüne. Birkaç gün sonra da ölüm haberini aldık Naciye Hanım Teyze’nin. Annemle babam cenazeye gittiler. Babaannem dizindeki ağrıyı bahane edip gitmedi. Çok sevdiğim oyuncağım, plastikten yapılmış mızıka çalan Alişimin ayaklarını sobanın üzerine koyup yaktığımda duyduğum o çocuk yüreğimdeki sızıya benzer bir şey hissediyordum. Annemler dönene kadar Aliş’le bahçede öylece oturdum. Ara sıra sanki Naciye Hanım Teyze’yi görecekmişim gibi penceresine baktım. Bir taksi durdu kapının önünde. Annem, babam ve Abdullah Amca indiler. Annemle babam kollarına girip, evine götürdüler Abdullah Amca’yı. Kısa bir süre kalıp, çıktılar. Annemin kıpkırmızı gözlerinden çok ağladığı belli oluyordu. Bahçeye girip kucakladı beni. O akşam kimsenin ağzını bıçak açmadı. Annemle babamın konuşacakları vardı ki, beni erkenden yatırdılar. Uykum yoktu. Naciye Hanım Teyze’yi son gördüğümdeki halini düşünüp duruyordum. Sonra açık pencereden Abdullah Amca’nın sesi doldu odaya, ‘’Naciyeeee… Naciyeeeeeee…’’. Bir yandan sigarasını, şarabını içiyor bir yandan da sayıklayıp duruyordu, ‘’Naciyeeee… Naciyeeeee…’’. Öldüğü güne kadar da her gece, sabahlara kadar sayıklamaya devam etti.
Bir cevap yazın