Onu deli gibi sevdim. İnsan birini neden sever? Aşka ihtiyaç duyacağımı çocukluğum dan beri bilirdim, bir ihtiyaçtır bu. Kurak toprakların suya özlemi ya da çiçeklere, lalelere özlemi gibi bir şey. Ben bencil biriyim. Ama sanılanın aksine, kuraklığım yalnızlığımdandır.!
Senelerce yalnız, aykırı ve böyle şeylere muhtaç yaşadım. Daha da kötüsü kendimi böyle gördüm. Öyle mucizeler gördüm ki. Tanrı buya genç yaşta lise çağımda onu tanıdım. Öyle ince yapılı, narin ve zarif bir kızdı ki benzemesek de yine dikkatimi çekerdi. Dünyanın en güzel mavisiydi gözleri. Ne söyleyeceğimi ben söylemeden biliyordu, anlayışlı ve kanatsız bir melekti.
Babası zengindi, lale bahçeleri, üzüm bahçeleri ve toprakları vardı. İşte buralarda buluşur, yalnız dolaşırdık. Hayatım, gençliğim ona aitti. Büyük bir adam olmak hayalimdi. Büyük bir aşkım olmalıydı!
Müstakbel kayınpederime ilk olarak trende rastladım. Bu mucize değil de nedir? Ağır başlı ve babacandı. İlk lafı, “sendeki cevheri görüyorum” anlamında bir sözdü. Kim bilir beraber neler başarırdık. Ak saçlı, babacan birini kim sevmez! Düşlemimde kızı ile onun davranışlarını ilişkilendiriyordum. Böylesine zarif bir kız başka kime benzeyebilirdi!
Kendimi ona sevdirmek için ne sohbetler açmaya çalıştım; “biz çalışkan, çalışmayı seven insanlarız, babam da işçidir” dedim. Babamdan bile çok sevdim onu. Çünkü babam gibi bağırarak konuşan biri asla değildi. Gözümde giderek bir “aile” görünümü alıyorduk. Nerdeyse trenden inip koşacaktım. Coşkum içimden taşıyordu ve ona bunları anlatmak için sabırsızlanıyordum.!
Hayalimde Güneşin altında, asmaların gölgesinde dinleniyorduk! Ağaçlar bizim hislerimizi bilgece fısıldıyordu kulağımıza. Sokaklarda evlerin çatlayıp, patlayan, yaşlanıp, yıpranan görüntüleri bana artık farklı haz anlatıyordu.
Ne olduysa ikinci görüşmemizde oldu. Bana delici gözlerle tam gözüme bakıp; “bu köşk ikimize dar” dedi. Mağrur ve büyük bir kibirle “kızımdan ayrıl. Sen hayatta hiç bir şeyi başaramamışsın” dedi. Dondum. İçime çöktüm. Zorla “neden?” diyebildim. “ne söylesem yanlış anlarsın” dedi. Titreyerek evlerinden ayrıldım. Yenilmem ama çaresizdim. Başkası olsa yapışırım bırakmam, çaresizdim.!
Bütün gece yağmur yağdı. Sırtım soğuk duvarda, başım avuçlarımda düşündüm. Tom Waits” in balatlarındaki gibiydim. Karışıktım. İçinde bulunduğum tehlikeyi daha önce düşünmüş müydüm? Daha doğrusu, bana “sunulan” bu avın kendi avım olduğunun bilincinde miydim? –“Bilincinde olmak”
Büyük söz! –sanmıyorum. Yoksa bu çağrıyı böylesi bir gönül rahatlığıyla kabul eder miydim? Avdan, bir gün önce, günbatımına yakın, kapım çalındı. Gelen köşkten biriydi. Daha da kafam karıştı, bir ışık seziyordum. Sabah beni av partisine çağıran bir davetti. İçerde biraz oturmuştuk.
Güneş tam doğmadan kendimi dışarıya attım. Hiç bir şey almamıştım yanıma, geri dönüp ona hediye edeceğim gerdanlığı almam gerekiyordu. Eve girdim arandım, arandım gerdanlığı bulamadım. Benim için pahalıydı. Daha da önemlisi sevgimin nişanesiydi. Bir duble içtim; evlilik teklifi için hazırlanıyordum. Salonda şöminenin üzerinde duvarda çaprazlamasına asılı eski bir tüfek ve kılıç bulunmalıydı. Onları da bulamadım. Aklıma üç ihtimal geldi. Temizlikçi evi soymuş, kaçmış ve kendisi de yok olmuştu. Hırsız girmişti ya da gelen konuk duvardaki av malzemelerini yok etmişti.
Korktum. Büyük bir şüpheye kapıldım. Onların evine ulaştığımda beni kahve içmeye davet ettiler. Karşımda koltuğuna yayılmış kayınpederimin, sessiz ve şüpheli tavırları beni iyice buhrana itiyordu.
Konuşmadan oturuyorduk. Zihinsel şüphe ve şaşkınlığımın farkında olduğumdan, bu durumu dağıtmaya çalışıyordum! Elime kahvemi aldım tam içecektim, geri koydum. Aklıma şeytani fikirler geliyordu. Bütün bunlar ne anlama geliyordu? Birini açıklasam birini açıklayamıyordum! Terlemeye başladım. “hizmetçinin eve dönüp dönmediğine bakayım” dedim. Bahaneyle fırladım çıktım. Toprağın ıslak kokusu beni rahatlatıyordu.
Eve girdiğimde, ahşap yatağımın yanındaki ahşap komodinin üzerinde bıraktığım, hep yerinde duran günlüğüm yoktu. Her şey benim paranoyaklığım olsa da tek başvuru kaynağım kendimdim!
Çehov haklı çıkmıştı, bu tüfek patlayacaktı. Ya da kahvede zehir vardı. Ya da anılarımı yok etmeye çalışıyorlardı. Geride iz kalmamalıydı onlara göre.!
Bütün bu korkularımı bana geçiren, züppe rakibim, müstakbel damatlarıydı! Aklıma aynı şeyleri yaşamış olan kader ortağım büyük şair Nerval gelmişti… Büyük deha boşuna kendini asmamıştı! Ben şair değilim asla olamam. Ama aynı şeyleri yaşamıştım. Bütün bunlar kuruntu da olsa artık önemi yoktu! Tanrı’nın unuttuğu bir adamdım.!
“Günlük komodinin çekmecesine kaldırılmış. Tüfek ve kılıç antikacıya temizliğe götürülmüş, gerdanlık çalınmış. Ne önemi vardı!”
“Sevgiye lanet olsun! Tutkum için ölüyorum,” dedim. Ve zehiri içtim. “Nerval’ler zor ölüyor” ! …
Not: Nerval bunları yaşamadı, sadece ondan esinlenildi.
CİLASİN ÖZGÜN.
Bir cevap yazın