1898 yıllarındayız, gizemli münzeviyetin noktalandığı 1943’den gitgide uzaklaşasımız var; faz farkını sündürdükçe sündürmekteyiz. Düşüncenin fotoğrafının çekilebilirliğini, O’nun Edison’un özüne akıtıp yumurtanın katılaştırıcı akına bulayıp ilan ettiği yıllar…
Tesla da bu esnada yumurtanın akıyla bize neler yapılamayacağının imkânsızlığını göstermeye çalışırken gözümün önünde beliriverdi. Tavanı camdan bir odada, asbestle kaplı aynalarda kendimi süzerken yakalandım. Yakalanmakla kalmadım; gözlerimi zekâya, ellerimi tutkuya buladım. Şöyle ileri zaman oluklarının fotoğraflarına baktığımda, Waldorf-Astoria otelinin Palmiye Odası’nda gözüktüğü gibi gözükmüyordu şimdi- ki orada bir papyona nasıl baktığım ya da onu nasıl gördüğüm değil, gözleriyle bütünleşirken içime nasıl akıştığıydı zemin…
Ahhh! Nasıl akışırsa o kadar güzel!; tüm mahremiyet budalalığına rağmen çırılçıplak bakıyordu -bir karesinde bunun benim gücüm olduğuna dair tuhaf bir cümle geçmişti içinden- Ne mahremiyetine özen gösterir gibi bakışlarımı kaçırmam ne de bir gizem yumağıyla birlikteymişim gibi davranmam gerekiyordu; aynı şeffaflıkta, yakın frekansları seviştirdiğimizden yanıbaşındayken içimde okaliptüs ferahlığı vardı. Sinir dokularına nüfuz eden miliamperler gibi bir etkim var şimdi, derinin altına sızan minik akımlar kadar öldürücü olmadığımı fark etti.
Mikrop ve üçe bölünebilen sayı takıntısı bile batmayacak derecede bir bağ sürekli üçle çarpılıp büyümekteydi. Saat kaç diye sormam gerekti birkaç hayal mektebi anında ve şu cevapları aldım aniden: Üç, üç, altı, oniki ve dokuz… İlginçti!
Birden ormanın kalbini gören Marguerite Merington geldi aklına, dikkati onun yazıp ettiklerine boyandı ve daha sonra çalıp ettiklerine… Bir yandan gözleri önüne devrik bana bir şeyler mırıldanıyordu içinden: ‘Uçakları bile eritebilecek ışınlar yayan silahlar taşıyorum genlerimde’… ‘ve soluğumu bile soldurabilecek, tek solukta tüketip tek solukta yüceltebilecek denli…’dedim ve aniden Mark Twain kesti iç sesini ve içinden gelen o ses laboratuvarını bağlantısız ışık kaynağıyla ışıldatmasını buyuruyordu. Buyurması göz ardı edilebilir frekansta titreşti. Dikkatinin dağılmasını şöyle toparladım:
‘Hayâl içinde hayâl”im ben;
Gerçek olmanın ürkütücülüğünden…
Kaçar da kaçanın vizyonuna kapılırsın.’ Mark Twain bir süreliğine rahat bırakmıştı kadife iç sesi. Babasının ruhunu yutmaya başladı şimdi. Doludan kaçarken yağmur, yağmurdan kaçarken dolu ilişkisini sağlıklı kuramayacak hallerdeydik.
tesla
Babasının ‘Adil İnsan’ adıyla yayınladığı makalelerin tadına bakmış gelenek-görenek şahidi şahin bakışlarına verilen dinginlik süsü hiç gitmiyor gözlerimin buğulu gören açılarından. Okuma-yazma bilmeyenin fotoğrafik hafızası, sağır olanın hiç yayınlanmayacak şiirlerine dokunuşu, gözleri görmeyen anneannesinin susuşu vardı bir yerlerinde. ‘Seni izliyordum Tesla. Babanın mum ışığında okumak gözlerini bozmasın diye mum ışığını yasaklamasının üzerine, paçavraları kapı boşluklarına sıkıştırışına şahit oldum. Seni izlerken hep bana dokunmanı isterdim, saçlarıma hiç dokunamayacak olman biraz üzücüydü lakin bir şefkat budalası olan bana göre.
Daha minicikken pervanesiz bir türbin, arkadaşı tarafından yenmeden önce bir avuç böcek gücüyle çalışan motor, kiliseden aforoz ettiren çılgın; kilise kokan bir elbisedir o; -süt dolu bir fıçıda haşlanan da o, yetiştirilirken özgüven enjekte edilmeyen de… ve en öldürücü silah ki hücrelerinde her daim nefes alacak olan ağabeyinin ölümünden dolayı yuttuğu suçluluk duygusu…
‘Her şeyden elini ayağını çekecek kadar beklentisizlik ile bel bağlamadan beklentililik arasındaki bağ ilginç!’ dedim. Beklentinin de ying-yang dengesi olabileceğini hiç düşünmemiş olduğunu fark ettiğimde beynimi okudu ve ‘Beklentinin de ying-yang dengesi olabileceğini hiç düşünmemiştim’ dedi. Buyur buradan yak ki söylediklerim bir şarap şişesi tıpası tıkanıklığı hüpletiverdi. Sevgi vibrasyonu ile söylendiğinden çalıştı belki. Bir hışımla Mark Twain’in fısıldadığı, insanlığa faydalı deneyler yapacağı malikânesine uçuverdi. Ve uçarken:
‘Hiçbir şey olmadan sevilmeyi, seven ile çoğalıp- onu da çoğaltıp- her şey olmayı seviyorsun’ dedi. Evet evet, tam da böyle. ‘Lakin sen şişenin içine kaçan bir şarap tıpası gibisin şu an’ ‘Anladım ki zihnimde şekil bulan yeşil, altın ve sarı renklerin ağır bastığı ve istediğime ulaşmanın verdiği hazza yaklaştığım sinyalini veren bu âşık fon, metale dökülmeden de sevginin dominantlığını tattırabilir ve ben üzümün çöpünü sana vereceğim’ dedi ve yazımı devam ettiremeden bayılmışım, ayıldığımda devam edeceğim…
Sevdiklerime sevgiyle notlar:
Refah- bolluk bilinci aşılandığında bundan getirim sağlayamayacağından korkanlar olacaktır, korkanın sen olmamanı umuyorum. Fare deliği eşik atlayana dek var olacaktır. –Fareler de eşik atlayacağından o deliğe ihtiyacı da kalmayacak- Üstelik tavşanlar da hep gelinlikle gezer.
Bir cevap yazın