O kız hakkında fazla bir şey bilmiyorum. Dedesinin sol dizinde oturuyordu ben onu
gördüğümde, ellerini kavuşturmuştu. Ne gördüğümü tam bilmiyordum. Diğer dedesi apar topar
anneanneyle ilk uçağa atlayıp yola koyulmuştu. İnsanlardan mesaj yağıyordu. Ölümü ona
yakıştıramıyorlardı. Onun için kimse için savaşmadığım kadar savaştım. Sonunda kaybettim. Bana
şunu söyleyen de oldu: “Hayır, onun canını alacağız. Çünkü o senin bilmediklerini biliyordu.”
O kız için çok çalıştım. Dediğim şuydu: “Bunu bilemezsiniz. Kötü biri gibi görünmüyor. Babası
imanlı biri bence. O, müslüman doğdu. Kimseyi kötü yola sürüklemeyecek. Kendi de kötü olmayacak.
Sapkın düşüncelere sahip olmayacak. Yoldan çıkmış bir hain de olmayacak.”
“Neden onu kurtaralım?” diyordu bana.
“Onu kurtarmalısınız. Çünkü anası babası iyi insanlar. Ölürse çok üzülecekler,” dedim.
“Sonunda ölmeyecek mi? Yirmi yaşında, kırk yaşında, yetmiş yaşında, doksan yaşında…”
“O zaman ölürse anne ve babası hayatta olmaz. O zaman kızlarının ve torunlarının öldüğünü
gören bir anne baba, bir dede ve nine olmayacak. Zamansız ölüm herkesi üzecek.”
“O zaman da onun çocukları, torunları, eşi dostu olacak. Senin zamanına göre bu can
alındığında da yine üzülen birileri olacak. Dediğini anlıyoruz. Bir sebep bulmak istiyorsun. Şurası kesin
ki sen haklısın. Bir sebep olmalı. Onun günahkar bir zorba olmayacağının garantisini verebilirsin. Bize
de bu yeter. Ama bazı şeylerin derin anlamları vardır.”
Bu derin anlamın ne olduğunu merak ediyordum. Bazı kelimeler kullanılmalıydı. Ölüm
kelimesi de yaratılmışların dilinde canlı tutulmalıydı. Hayat ölümü kapsıyordu.
“Zamanı gelecek,” dediler. “Senin için biraz daha vakit olsun. Fakat o ölecek. Kan kanseri bu.
Ölmeden iki gün önce, sosyal medya onun adını duyacak. Kan aranacak. Fakat yetişilemeyecek. İsyan
burada devreye girecek. Bazıları zaten doğmamıştır. Bazıları zaten yedi liraya tenezzül eder. Bazıları
zaten attığı adımın kendisini nereye götüreceğini herkesten önce bilir. Bu, insanın kendisidir. Onu
götürmeyelim mi? Sen onu nereye götüreceksin?”
Benimle yer değiştirmeyi istediler. Ben onların yerine geçecektim. Onlar da benim yerimde
olacaktı. Çekişme devam edecekti. Dediler ki: “O çok iyi biri mesela. Bir melek sayalım onu. Meryem
kadar temiz. Şimdi sen söyle.”
“Ne söyleyeyim?”
“Söylemen gerekeni söyle. Yer değiştirdik. Onun bir şeytan olduğunu söyle.”
“Söyledim.”
Değişen bir şey olmadı. Bu da onun ölümüne bir neden uyduramadı. Başka bir yol
bulmalıydım. Bunu engelleyebilecek miydim?
Niçin öldüğünü bilirsem ne değişecekti? Birileri ölürdü. O kız da ölmüştü. Belki de hiç
doğmamıştı. Hastanede yatıyordu, başını yastıktan sarkıtmıştı, tıslamayı andıran inceden solukları
duyulur duyulmazdı işte dinlemezseniz. O kız öldü. Yaşamadı hiç. Yaşasaydı ne olacaktı? Sayfalarca
günah biriktiren yazıcılara emanet romanlar mı yazacaktı? Muhafaza edilemeyecek saflığını
koruyamayacak mıydı? Yaşasaydı ne olacaktı? Ona ne bağlanacaktı? Öldüğünde ne değişecekti peki?
Babasının iş arkadaşları, onun kızının, kanser hastası yavrusunun, hastane yatağından kalkamadığını
öğrendiklerinde kıs kıs güleceklerdi. Babası iş ortamında sevilmiyordu.
O, biliyordu ki, kızı hastaneden sağ salim çıkamazsa kimse ona baş sağlığı dileğinde
bulunmayacaktı. Düşmanlık beslenen çevrede ona karşı inanılmaz derecede bir kin güdülüyordu.
Devlet işi olmasaydı onu bir kaşık suda boğacaklardı. Tapu müdürlüğündeki arkadaşı ve milli
eğitimdeki mutamet ona biraz iyi davranıyor olsun, kaymakamın özel sekreteri ve yazı işleri
müdürlüğü aracılığıyla hemen bir baskı uygulanır ve o yine sevimsiz ilan edilirdi. Çoğunluk emri her
şeydi sosyal alanda.
Tayin dilekçeleri verdi. Cevap almayı bekledi. Resmi yazının personel genel müdürlüğünden
bir an önce kabulle geri gelmesi için dua ediyordu. Bir yarış halindelerdi. Düşmanları tayin çıkmadan
önce kızın ölmesini istiyorlardı. Oysa kız ölecekse bile bu iş tayinden sonra olsun diye dua ediyordu.
Kız tayinden sonra ölürse düşmanları onun yüzüne bakarak içten içe sevinemeyeceklerdi. Sevinseler
bile o, tayini çıktığından çok uzaklarda olacak ve bu sevinçlere şahitlik etmeyecekti.
Yarın bunları düşündü. Bunlar urdu. Bunlar lekeydi. Bunlar şeytanın halifeleriydi. Bu insanlar
onun iş arkadaşlarıydı. Her gece onlara lanet etti. Olacakları aklında kurdukça Allah’a onların da canını
aynı şekilde yakması için dua etti. Onların da bir yakını inşallah ölürdü ve o da aynı şekilde intikamını
alırdı. Bağıra çağıra güler ve az ötedeki odada sessizce içine ağlayan bir iş arkadaşı otururken neşeli
neşeli eğlenen bu insanlar gibi göbek atardı. Bunu yapacağına yemin etti. Ama ya onların hiç yakını
yoksa? Ya onların hiç hasta akrabası yoksa? Doğru. Onlar kimdi? Ben onların kim olduğunu melek
statüm dolayısıyla biliyordum. Ama o bunların başını sıradan bir insan zannediyordu. O, şeytanın,
mecazi anlamda değil, ifritin ta kendisiydi. O kızın babası bunu bilmiyordu. Bu, onun büyük sınavıydı.
O kız öldüğünde bağıra çağıra gülüşmeye başladılar. Birbirlerine orta şekerli kahve söylediler.
Alacakları yolluklardan, tazminatlardan, görev gelirlerinden bahsettiler. O kızın babasını konuşmaya
davet etmediler. Yüzüne bakmadılar. Selam sabah yoktu.
Ölmeden bir hafta önceydi. Eski bir bakan yakınını devreye sokmuştu. Yalvarıyordu. “Kızım
ölecek sayın vekilim,” diyordu. “Burada beni sevmeyen insanlarla çalışmak zorundayım. Kanser
hastası. Kurtulması için dua ediyorum. Ama olacakları da görebiliyorum. Bu benim için zorlu bir sınav.
Korkuyorum. Başka türlü sınav edilmek isterdim. Ama… Yardım yok mudur bana?”
Onun kendine hayrı yoktu. Bir zamanlar hükümette iki numaralı adamdı. Yaşını alınca ve
askeri kanat ağırlığını koyup sivil irade kış dalı gibi çatırdamaya başlayınca direncini kaybetti ve kendi
kabuğuna çekildi. Tayin dilekçesi olumsuz şerhli gittiği gibi geri geldi. İstifa etmeyi düşündü. Yarın işe
gelmeyebilirdi. O zaman kimse yüzündeki acı ifadesine tanık olamazdı. Yıllık izinlerini düşündü.
Bunları kullansa da bir şey değişmezdi. Geri döndüğünde düşmanları yine acısını hiçe sayarak
kahkahalarla gülüşeceklerdi.
Buradan toplum içinde bulunan insanların herkesle iyi geçinmesi gerektiği sonucuna vardı.
Sevmediği kimseler olsa bile bunları seviyormuş gibi davranmalıydı. Yalandan da olsa onları seviyor
gibi davranırsa, ellerine böyle durumlar için kullanılacak bir koz vermemiş olurdu. Düşmanlık belli
edilirse bu kimseler de işte böyle acıyı kanatmak için her fırsattan istifade ederek kahve fallarında,
yolluk sohbetlerinde, ayın on beşinin ertesinde kahkahalarla gülüşerek yaraya tuz basarlardı. Bir
yakını ölmüş arkadaşımız yan odada, sessiz olalım, demezlerdi. Düşmanlık belli edilmemeliydi asla.
Hatta onları çok seviyormuş gibi davranılmalıydı.
O kız öldü. Babasının tayini kızın ölümünden üç ay sonra çıktı. İfrit üç ay boyunca güldü.
Maaşına gelen zamma güldü. Trafik kazası yapan bir ünlünün haline güldü. Çalışmadan geçen mesai
saatlerine güldü. Ona baş sağlığına gitmediler. Yine yüzüne bakmadılar. Taziye ziyaretine uğrayanların
bile maskeli bir suratla kapısını çaldığına inandırdılar onu.
Tarafsız olanlardan biri, ona kızının durumu için üzüldüğünü söyledi. Tarafsızdı. Şeytanın
avanesiyle takılıyordu. Birden onun tarafına geçip onunla konuşuyordu. Asla niçin bu kızın babasına
taziye ziyaretine gitmediklerini sormadı. Asla niye bu adama selam sabah vermediklerini sormadı.
Asla orta yolun bulunması gerektiğini söylemedi. Asla inanmış kimselerin küs kalmamaları gerektiği
şeklinde bir yorumda bulunmadı. Ortada olmaya devam etti. O, taziye evinde babanın durumunu
görmüştü. Ortada olmak, taraf tutmaktı.
Aradan yıllar geçti. Babanın intikamı orta yerde kaldı. Kızının yanındaki bir boşluğa gömüldü.
Şeytanın avanesi ve orta yolu tutan o kimse, yıllar sonra da aynı şekilde davranmaya devam ettiler.
Hayatları hep yolunda gitti. En kolay işleri yapıp en çok maaşı aldılar. Tayin dilekçeleri en fazla on beş
gün içinde olumlu cevaplanıyordu. Mülkü amirler bile onlardan korkuyorlardı. Forsları makam
ayarında olmasına rağmen kendilerini geri planda tutarak kalabalık bir cemaat oluşturmayı
başarıyorlardı. Geri planda olmak boşluk oluşturuyordu ve bu da o boşluğun insanlar tarafından
doldurulmasını sağlıyordu.
Baba, ölünceye kadar dişlerini sıktı. Hep haber bekledi. Onlardan birinin bir yakını ölmeliydi.
Ya da ne bileyim, işlerinden olmalılardı. Kapılarına icra memurları dayanmalıydı. Eşlerinden
boşanmalılardı. En hafifinden bir iş arkadaşlarından iki harfli bir argo kaba söz duymalılardı. Bunların
biri bile gerçekleşmedi. Onun da eli kendi kendine intikam için titreyip kalkamayacağı için, yaratılışının
gereği olarak sabırla bekledi. Öldükten sonra kızına kavuştu. Kızına sormak istedikleri vardı. Onu çok
özlemişti. Ölmek için on yıllar beklemişti. Zamanı sabırla sardı ve sonuna geldi. Babasını özlemiş
miydi? O, kızını çok özlemişti. Bu nasıl bir içten sarılmaydı?
O kızın niçin öldüğünü şimdi anlayabiliyordum. Babasını cennetle müjdeleyen sabır makamları
onu böyle sınamışlardı. Kızı önceden ona bir yer ayırtmıştı. Şimdi sevinebilirdi. Bekleyişini düşündü.
Tayin yazısını aklına getirdi. Aylarca çektiği çile geldi aklına. Balkonda gülüşüyorlardı. O, içine akan
yaşları nereye saklayacağını bilemiyordu. O halde piyasa fiyat araştırması yapıyor, yaklaşık maliyeti
hesaplıyor, tutanak tutuyor, mühür basıyor, mevzuat okuyordu. Yükünü alan olmadığı gibi ne
durumda çalıştığını soran da yoktu. Gece olmak bilmiyordu, sabahsa çabuk geliyordu. Sekizde işkence
başlıyor ve akşamın beşinde işkenceye ara veriliyordu.
Bazı durumlarda sanki acısı hafiflemiş gibi numara yapmaya çalışıyordu. O zaman neşe
katsayısını daha da arttırıyordu ifrit. Onu yenemezdi.
O, şeytandı.
Bu da babaydı.
İşte şu yanındaki de o kızdı.
Bir cevap yazın