Yağmur yağıyor, kuru kalan tek yer altımdaki beton. Yüzümün ıslanması yağmurdan mı bilmiyorum. Uzun süre boşluğa bakarak dalıyor, eskisinden dahada unutkan olmaya başlıyorum. Ellerimdeki silik yazılar da bunun kanıtı. Önce ellerimi yıkamalıyım. Kirli bir işe temiz ellerle başlamalısın çünkü. Titrek parmaklarım tuşlar arasında görünmez bir yol alırken her haraketimde boynuma bir ağrı saplanıyor. Uzun zamandır, çok uzun zamandır yazmıyorum. Yazmayı unutuyorum. Parmaklarım eskisi gibi kaymıyor klavyenin üstünde. Kalemi elime alıp yazmayı hiçbir zaman beceremedim zaten. Titrek ve yarım harfler kişiliğimin bir yansıması sadece. Oysa kalem devrimdir, her şeyden önce öğretilir. Bir insanın da ya altı ya da üstü çizilir. Üstünü karaladığım berbat insanlar tanıdım. Yani çiziyorum bir de bu aralar. Eskiden kabuslarımı çizerdim, biraz gözlerimi kapatmamı kolaylaştırırdı; şimdilerde çizdiğim her şey kabus oluyor. Kendimi bildim bileli midem bulanıyor. Mide bulantım psikolojik bir alışkanlık haline gelmeye başladı. Çocukluğumdan beri yaşadığım bipolar halimden hiçbir şey eksilmedi. Eksilen yalnızca beyin hücrelerim.
Ruhumdan içeri ne kalmış diye bakıyorum arada. İtinayla kaybediyor, kaybetmek için direniyorum. Direndiğim nadir şeylerden bir tanesi. Oyüzden parmaklarım unutulmuş klavyede. Yazmayı unutuyordum; içimde hiç dolmayan o boşluğu açığa çıkardım. Hatta biraz daha ileri gittim; sildim kendimi. Varlığını unuttuğumu sandım, korktum. Bu boşluğun beni ben yaptığını düşündüm hep. Kendimin farkına vardığımdan beri inkâr ediyorum. Kişiliğimi ağzımda ıslatıyor, varoluşumu çiğniyorum. Açığa çıkardığım bu boşluk şah damarımdan uzağa gitmeyecek sanki. Yıllar boyunca, var olduğum sürece benimle filizlenip büyüyecek. İçimde dolmayan boşluklar büyütüyorum; biri dolmadan diğeri doğuyor. Sıkıntı peşimi bırakmıyor. Kadeh kadeh sıkıntı içiyorum, kanım düğümleniyor.Aniden betim benzim atıyor, kafamdaki sesler bile susuyor. Çok değil birkaç saniye ardından dünya dönmeye devam ediyor. Dudaklarım kendi rengini almaya başlıyor. Sesler eskiye nazaran daha da kalabalık artık. Kafanın içindeki her kelime bir damla akıtıyor gözlerinden. Tenine düşen sıcak damlaların verdiği o yakıcı hisse yabancı kalmayı diliyorsun. Ve o an yastığın kuru tarafını çevirip uyumayı beklemekten fazlası olmaya başlıyor hayat.
Anlamsız cümle kurmaktan nefret ederdim; hayatımda hiç anlamlı cümle kuramadım. Hiç beceremedim de yalan atmayı. Bir din bile olsam ben, inananım olmaz atacağım tutarsız yalanlar yüzünden. Ama dünyanın sürekli döndüğü kesinlikle yalan. Ben de dünyanın arada bir sendelediğinin kanıtıyım. Bu yüzden her geçen yılın değerini bilmek yerine onları daha da değersiz kılıyorum. Hayat denilen büyük kumar hakkında yalan atamazken şekerli bir kahvenin şekersiz olduğuna dair bin bir yalan uydurabilirim. Hayatım böyle, küçük bahisler üzerine. Tıpkı bazen kapıdan çıkıp gitmek istediğim an balkondanda atlamak istemem gibi. Bu büyük kumar masasının üstünde hiçbir şeye değmeden, her şeyi sıyırarak geçmeye gayret ederek; üflenmemek için sağa sola uçuşan bir toza benziyorum. Acele ediyorum çünkü zaman kavramının kısalığından haberleri yok insanların. Bir saatin aslında 60 dakikadan çok daha az olduğunu göremiyorlar. Eğer saat gece 3’ü geçtiğinde dinleselerdi benim gibi saat tiktaklarını, yelkovanın akrebi nasıl kovaladığını, o kıyasıya yarışı; zaman geçirmeyi bırakırlardı. Ben tanıyorum akrep ve yelkovanı. Bu yüzden zaman geçirmiyorum, zamanın ta kendisi benim.
Önüme getirilene kusuyor sonrada gözlerimi yumuyorum. Dizlerimi gırtlağıma kadar çekiyorum. Gözüm dönüyor, korktuğum oluyor. Yapabileceklerimin sınırını sorgularken yaptıklarımdan, yapabileceklerimden. Bir sınır koyamamaktan, bir zamanlar koyduğum sınırları da çiğnemekten. Eskiden savunduğum şeyler vardı; çocuklar mesela. Hiçbir acıyı, açlığı tatmadan gelip geçmelilerdi bu dünyadan. Artık çocuklar da ölebilmeli diyorum.
Bazen çığlık atacak gibi oluyor,vazgeçiyorum. Duyulmadığımı anlıyorum. Etrafımda beni duymamak için kulaklarını tıkayan insanlar görüyorum. Saçlarını yoluyor bazıları. Kulak kabartan birileri olsa anlatır mıyım tüm gerçekliği, bilmiyorum. Ama eğer böyle olmasaydı; eğer giyinik dolaşmasalardı insanlar; beyinleri bir kafatası ve deriyle örtülü olmasaydı; gözlerinin önünde ki perde kalksaydı; her yere çıplaklık hakim olsaydı; bir şeyi gizlemenin cezası ölüm olsaydı eğer; o gün yazmayı ve anlatmayı bırakırdım. Anlamaya çalışmayı bırakırdım.
Hatta saçları bile olmasaydı eğer, yolacakları hiçbir şeyleri olmazdı insanların!
Bir cevap yazın