Eve gidecektim. Durakta beklerken, arkadan yanaşıp; kolumu tuttu. Döndüm; yaşlıca bir kadın: “Orta çağda; şeytan, insanların içine, kulaklarından girermiş.” Dedikten sonra; montumun şapkasını, başıma geçirdi. “Ama bunun da faydası yok. Artık her yerden girebiliyor.” Gülerek tamamladı, sözünü. Sarı dişlerini gördüm. Bende güldüm. Zoraki bir gülüş; biraz şaşkınlık, biraz tedirginlik. Uzaklaştı. Olduğum yere çivilenip, kalmıştım. Arkasından baktım: Kumral… Saçları dağınık. Yeşil bir mont giymiş. Montunun kemeri, iki yanından sallanıyor. Altında da, kırmızı bir eşofman var. Sımsıkı… Yuvarlak kalçalarını, ortaya çıkarıyor. Sanki ekmek almak için, dışarı çıkmış. Sağa-sola bakmadan, yolun karşısına geçti. Arabaların kornası çalarken; dönüp bakmadı bile. Karşı kaldırımdan, YKM’ye doğru beş on metre yürüdükten sonra; Kumrular Caddesi’ne saptı. Sonra gözden kayboldu. Öylece, onun uzaklaşmasını izledim. Dalgın bir anımda yakalanmıştım. Üzerimde bir tuhaflık mı vardı? Anlayamadım. Durakta bekleyenler bana bakıyordu. Garipsemiştim. Kadın, yanımdan ayrılınca; -benimle beraber- ona bakmaya başladılar.
Biraz sonra dolmuş geldi. Şoföre parasını verip; arka dörtlünün, sağ köşesine geçtim. Elimle, camın buğusunu sildim. Milli Müdafaa Caddesi’ne doğru – kadının gittiği güzergâha- bakıyorum: Memur kalabalığı, kadının giderken farklılaştırdığı kaldırımı, eskisi gibi sıradanlaştırmıştı. Biraz daha ileriye –kadının, gözden kaybolduğu yere- bakınca; orada da, aynı sıradanlığı gördüm. Fast-food’çuların önünde, öbek öbek bekleyenler vardı. Turuncu tişörtlü garsonlar, bu öbeklerin aralarında dolaşıyorlardı. Bir süre, bir köşe başında görünecek diye, bekledim. Görünmedi. Önüme döndüm. Yolcular, paralarını verip; boş koltuklara geçiyorlardı. Son koltukta dolunca, dolmuş hareket etti. Böylece, kırmızı ışık seline dâhil olduk. ‘İyi’ dedim, ‘ayakta, kimse yok.’ Yanımda yaşlı bir teyze vardı. Teyzenin yanındaki iki kişiyi, tam göremiyordum. İki bayandı, galiba. Şoförün arkasındaki bir iki koltuktan, uzun saçlar sarkıyordu. Önümdeki koltukta ise, takım elbiseli bir adam oturuyordu. Dolmuş, santim santim ilerliyor. Diğer duraklara baktım: Uzun kuyruklar… Çevreyi ve dolmuşun içini, kafamda şekillendirince; düşünmeye başladım: Şeytan gibi yaklaşarak, şeytandan… Ne demişti? “Orta çağda” yoksa “Orta Çağlarda” mıydı? ‘Orta Çağlarda, şeytan; insanın içine, kulaklarından girermiş.’ Devam etmişti: ‘… Artık her yerden girebiliyor.’ Ya da, ‘Giriyor.’ Bir yandan bunu düşünürken, bir yandan da; çevreyi gözden geçiriyorum. Onu görebilme umuduyla, sağa-sola bakıyorum. “Orta Çağlarda…” Bilerek mi, böyle demişti? Niye Orta Çağ değil de, Orta Çağlarda? Kaç tane Orta Çağ var ki? Hani bazen derler ya; 1954’lerde Ankara’da; şöyle olurdu, böyle olurdu, falan. Niye 1954’te değil de, 1954’lerde? Bundan ne anlaşılır? Ben, ne anlıyorum? Belirli bir tarihi, daha geniş bir zamana yayıp; anlatılmak istenen şeyi, biraz daha kuvvetlendirmek… Aynı tarihte, farklı yerlerde, farklı olaylar yaşanıyor ve herkes, bunları farklı anlamlandırıyor. Anlattığın tarihin sonuna, çoğul ekini eklersen; genel-geçer oluyor, herhalde. Daha geniş bir alana hitap etme isteği… Ucu bucağı belli olan şeylerin; merak uyandıran bir tarafları olmadığı için… Ya da anlatılan konunun tarihini, -kesin olarak- bilememekten… Bu nedenle mi; işin içine, biraz anonimlik katılıyor? Konuya dikkat çekmenin bir yolu… “Orta çağlar…” Evet, ben de, -bu nedenle- etkilendim, galiba. Diğer sözler, bunun eklentileri… Şimdi, kelime kelime düşünmeliyim. Dolmuş, Kumrular Caddesi’ne girdi, bu arada. Kafamı toparlamaya çalışıyorum. İlk durağa gelmeden, tam olarak ne dediğini; sonraki duraklarda, ne anlatmak istediğini, ineceğim durakta da… Evet, ineceğim durağa gelmeden, bundan kurtulmalıyım. İlk durağı geçtik bile. Henüz bir şey yok.
“Orta Çağlarda, Şeytan, insanların içine, kulaklarından, girermiş. Ama bunun da faydası yok. Artık her yerden girebiliyor.” Kesinlikle, böyle demişti. İlk aşamayı geçtim. Sıra, bununla neyi anlatmak istediğine geldi. Ya da bunu, neden söylediği… Hayır, dilenci değildi. Serkeş bir kadın da değildi. Deli de değildi. Benimle kafa mı buldu? Keşke herkes, böyle kafa bulsa; benimle, böyle ezoterikçe. Ama amacının bu olduğunu, zannetmiyorum. Kocasından yeni ayrılmış, belki hiç evlenmemiş, belki de dul bir kadındı. Bütün ihtimaller aklıma geliyor; ama bir kocasının olduğu ihtimalini, bir türlü düşünemiyorum. Evet, bir erkekle alakası olmayan bir kadın… Zamanını nasıl değerlendireceğini bilemiyor. Psikolojisi de bozulunca; böyle şeylere merak salmış. Ya da bir yerde duymuş, birilerine söylemek istiyor. Birileriyle taşak geçmek istiyor. Sokakta, tanımadığı birini gözüne kestirdi mi, tamam. Bu sefer de, ben denk geldim. Gördü, kendini şeytanın yerine koydu. Şeytan gibi yaklaştı, şeytan gibi fısıldadı, şeytan gibi uzaklaştı.
Dolmuş, ışıklarda durdu. İçerisini, tekrar gözden geçirdim. Yanımdakilerde, önümdekinde, en öndekilerde; bir değişiklik yok. Fakat çaprazımda; gür sakallı, spor giyimli birinin oturduğunu gördüm. Daha önce niye fark etmemiştim? Yoksa dolmuşa yeni mi bindi? Umursamaz, entelektüel bir tipi var. Tam o kadının dişine göre. Keşke kadın, o lafları söylerken; bu adam da yanımda olsaydı. Entelektüel bir sohbet başlardı. Kadın, o sözü söyleyince; “Bunu Avrupa için mi, diyorsun?” Sorusunu sorduktan sonra; aldığı cevaba göre, şöyle bir şey diyebilirdi: “Mesela 1300’lerde İtalya’da böyle şeyler, sık sık olurdu.” Bu olmadı. O andaki hava kaybolduğu için; başka birine de, bu durumu anlatma imkânım kalmadı. Bunu, artık kafamın içinde sonuçlandırmalıyım.
Bir iki durak daha geçmişiz. Necatibey Caddesi’nden, İnönü Bulvarı’na doğru gidiyoruz. Saraçoğlu Mahallesi’nin önünden geçerken; yanımda oturan yaşlı teyze, yanındaki bayanlara dönerek: “4 sene bu lojmanlarda kaldım.” Dedi. “Şimdi harabeye dönmüşler.” Yanındaki bayanlardan birinin: “Öyle mi?” dediğini duydum. “Ankara’ya yeni geldiğim, zamanlardı.” Diye devam etti, teyze. O kadın, nerede oturuyordu, acaba? Yan gözle, teyzeye baktım; ona hiç benzemiyor. Dolmuşun içinde ve dışında gördüğüm her şeyi, o kadına ve o kadının söylediklerine bağlıyordum. Onun dışında hiçbir şey, düşünemiyordum. Aslında, o kadarda önemli bir şey söylememişti. Ama “Orta Çağlarda…” diyerek söze başlaması; biraz da içinde bulunduğum durumdan dolayı… Yalnızdım. Bir arkadaşımla buluşacaktım; ama bir işi çıktığı için, gelemedi. Ben de, biraz kitapçılarda dolaştım. Feodalite dönemiyle ilgili birkaç kitaba; gözüm ilişmiş, herhalde. Haçlı seferleri de olabilir. İşte, bu vaziyette -aklım, karma karışık- durakta beklerken; aniden ortaya çıkması… O sözün arkasından; ne söyleyecekti, diye merak ettiğim için. Evet, bunun için. Sadece o sözü mü söyleyecekti? Belki de… Belki başka şeyler de, söyleyecekti; ama ben, hiçbir şey yapmadan, onun uzaklaşmasını bekledim. Peşinden gitmeliydim. Onun, bana yaptığı gibi; kolundan tutup: ‘Şeytan, insanın içine girdikten sonra; ne oluyormuş, anlat hele.’ Demeliydim. Cevabını aldıktan sonra da; ‘peki, bugünkü durum ne’ diye sormalıydım. Soramadım. “Annem, ben çocukken; üşütüp, hasta olmayayım diye, böyle söylerdi.” Diyecekti, kim bilir. O zaman, -yüzümü ekşiterek- ‘Hım’ deyip, gerisin geri giderdim.
İnönü Bulvarı’nda olduğumuzu, Milli Kütüphane’nin önünden geçerken anladım. Kütüphane’nin durağında, iki kişi indi; dört, beş kişi bindi. Baktım: Ayakta bayağı yolcu var. Fazla kalabalık değil. Düşünebiliyor muyum? Hayır. Düşünebilmem için; ayakta, en fazla bir iki kişinin olması lazım. Hatta hiç kimsenin… O boşluk hissi, düşüncelerim için, alan açıyor sanki. ‘İki üç durak daha geçsin, bakayım.’ dedim. Aklıma; parça parça, düşünceler geliyor. ‘Birkaç ihtimal var.’ Dedim. Gerisini getiremedim. Ne yaptıysam olmadı. İki üç durağı geçmeyi beklemeden; “Müsait yerde” deyip, dolmuştan indim. Yaşlı teyzeyi, onun yanındaki bayanları, takım elbiseliyi, entelektüel abiyi ve ayakta bekleyenleri, arkamda bırakarak… Uzun saçlıları, niye göremedim? Kütüphanenin durağında inenler, onlar mıydı? Kaçırmışım. Şoförün yanında da, bir çocuk oturuyormuş; şoföre, ‘iyi akşamlar’ derken fark ettim.
Ayakta bekleyenler, düşünce düzenimi bozmuştu. Kimlerdi, onlar? Kaçı bayan, kaçı erkekti? Hiçbirine dikkat edememiştim. Dikkat etseydim; dolmuştan inmeyebilirdim. Ama olmadı. Bu şekilde, 50 metre bile gidemeyeceğimi anladım. Kafamın karışıklığı da, dolmuşla beraber gitsin; istedim. Şoförden aldığım; “size de iyi akşamlar” yanıtıyla beraber, kaldırıma ayakbastım. Dolmuşun kapısı, arkamdan sertçe kapandı. İndiğim yerde, biraz bekledim. Ne yapacağıma, karar vermeye çalışıyordum. İleri geri, gidip gelmeye başladım. Şeytan, insanların içine –kulaklarından- girip; orada, hastalık haline mi dönüşüyordu? Sonrada çeşitlere mi ayrılıyordu? Kabakulak Şeytanı, Sara Şeytanı, Verem Şeytanı, Cüzam Şeytanı… Tabi o zamanlar; hastalıklara, başka adlar takıyorlardı. Belki de en çok görüleni ve en belirgin olanı, kabakulak olduğu için; Şeytan’ın, kulaklardan girdiğine; inanıyorlardı. ‘İçine şeytan girmiş’ deyip, insanları yakmak için; başka hangi bahaneleri buluyorlardı?
Yeşil ışık yanınca; karşıya geçtim. Geri dönmeye karar vermiştim. Geri dönecektim ve kolumu tuttuğu yerde, o kadını bekleyecektim. Gelmezse, gittiği güzergâhı takip edip; girmiş olabileceği sokakların, altını üstüne getirecektim. Altı yedi dakika sonra dolmuş geldi. Bu sefer, şoför biraz ihtiyar… Yanını boş görünce, oturdum. 2 lirayı, 1 liraların olduğu bölmeye koydum. “2 liraydı, değil mi?” dedim. “Doğrudur.” Dedi. Dolmuşun arkasına doğru baktım: Şoförün arkasındaki koltukta, orta yaşlarda bir adam vardı. Arka dörtlünün ortasındaki iki koltukta da, 2 genç kız. Toplam dört yolcu… Tekrar şoföre, bakmaya başladım: Siyaha boyanmış saçlar… Sinekkaydı tıraş… Mavi çizgili, beyaz gömlek üzerine; lacivert, deri ceket… Şoförle, göz göze gelince; önüme döndüm. Koltuğa yayıldım. Oh! Ne rahat. Başımı, sağa-sola çeviriyorum. Askeri alanların arasından geçtiğimiz için; kaldırımlar tenha. Öyle bir boşluk hissi oluştu ki kafamda; sanki bütün soruların cevabını bulacağım. Akşam trafiği bitmiş. Yol, kaldırımla birleşmiş. Şoför, bastı gaza; gidiyor. Öne arkaya esniyorum. Asfalt, o kadar yakın görünüyor ki… Her an, camdan fırlayacakmışım gibi. Dolmuşun, kırmızı ışıkta durmasını fırsat bilip; koltuğa iyice yerleştim.
“… Artık her yerden girebiliyor.” AIDS Şeytanı gibi mi? Ya da Panikatak Şeytanı. Artık Şeytan çok, öyle mi? Duyan Şeytan, kulaklardan; gören Şeytan, gözlerden; konuşan Şeytan, dudaklardan; yumurtlayan Şeytan, kıçlardan… Hangi birini kapatacaksın? Kapattın, diyelim. Uyurken, ne olacak? Yorganı, üzerine örtsen bile, ayakların açıkta kalacak. Burnundan aldığın nefes yetmeyecek; ağzın, kendiliğinden açılacak. Yine de bunlar, ufak tefek Şeytanlar. Peki, en büyük Şeytan hangisi? En büyük Şeytan da, insanın kendisi: Düşünüyor, hastalanıyor, duyuyor, görüyor, konuşuyor, yumurtluyor… Hepsini aynı anda yapabiliyor. Tek başına pek bir şeye benzemeyen ve korunması gereken yeteneklerini, bir araya getirdi mi; tamam. O zaman, sana dokunabiliyor; dokunup, içine girebiliyor. Bir sürü de, türü var: Büyüğü, küçüğü; Akıllısı, delisi; Dişisi, erkeği… Doğru mu? Hayır, bunlar; senin doğruların. Doğrusu ne, o zaman? Doğrusunu, o kadın söyleyecekti.
Genelkurmay’ın önünden, Milli Müdafaa Caddesi’ne dönünce; heyecan başladı. Gözlerimi dört açtım; etrafa bakıyorum. Kaldırımlarda, sokak başlarında, bina girişlerinde… Hiçbir yerde görünmüyor. Bindiğim durakta, dolmuştan indim. Kolumu tuttuğu yerde, bekliyorum. Bir kez daha, gittiği güzergâha bakıyorum: Kalabalıklar, dağılmış; kuyruklar, kısalmış; fas-foodçuların önlerinde, birkaç kişi kalmış… Memurların sıradanlığı; yerini, Ankara’nın ayaz bir akşamına bırakmış. Onun, arkamdan –adım adım- yaklaşmasını bekliyorum. Bir ayak sürçmesi gibi bir ses duysam, hemen ümitleniyorum. Biraz bekledikten sonra, kolumu tutan biri olmayınca; geriye dönüyorum: Bir çöpçü, kaldırımları süpürüyor; ya da söndürülmüş bir sigara izmaritini görüyorum. Takım elbiseliler, sevgililer; gelip, geçiyor. Bazıları, dolmuş kuyruklarına ekleniyor; bazıları da, Güvenpark’a doğru yol alıyor. Üniversiteliye benzeyen iki kız, arkama gelip; dolmuş beklemeye başladılar. Sırada olmadığımı göstermek için kenarı çekildim; hemen, yerimi aldılar. Biraz daha kenarı çekildim. Acaba sürekli onu düşündüğüm için mi, gelmiyor. Onu aklımdan çıkarsam, -ilk seferdeki gibi- dalgın bir şekilde beklesem; gelir mi? Öyle yapmaya çalışıyorum ama bir türlü olmuyor. Beş on saniye, onu, unutmayı başarsam bile; kolumu tutan olmuyor.
Dolmuşun gelmesini beklerken, dolmuşta ve şimdi: Kolumu tutmasını, yaşıyorum. Gidişini, seyrediyorum. Gözden kaybolmasını, düşünüyorum. Sonunda, onun izini takip etmeye karar verdim. Sağa-sola bakmadan –hızla- karşıya geçtim; aynen, onun gibi. Ama korna sesi gelmedi. Geri dönüp, bakınca; yolda araba göremedim. Arabalar; 30 40 metre yukarıda, -ışıklarda- durmuştu. Zamanı iyi ayarlayamamıştım. O korna seslerini, duymam lazımdı. Tekrar karşıya geçmek istedim. Sonra vazgeçtim. Işıklardan boşalan arabalar, yoldan aşağı, akmaya başlamıştı. Dolmuşu beklediğim yere baktım: O, iki sevgili; hala oradaydı. Beni seyrettiklerini görünce; ümitlendim. Her şey, onun gidişine; benzemeliydi. O, arkasına dönüp; bakmış mıydı? Hayır. Ben de öyle yapmalıydım. Arkama dönmeden, beni seyrettiklerini; bilmeliydim. İşler ters gidiyor. ‘Onu bulamayacağım’ dedim. Yine de, gidiş güzergâhına doğru; yürümeye devam ettim. Gözden kaybolduğu yere geldim. Üç yol ayrımı. Kumrular Caddesi’ne girdi. Sonra ne yaptı? Caddenin ilerilerine ve sokak başlarına bakarak; nereye gitmiş olabileceğini düşündüm. Bu apartmanlardan hangisine girdi? Yoksa evi, şu sokakların birinde mi? Birinci sokaktan girdim, üçüncü sokaktan çıktım. Caddenin solundaki sokakları tamamlayıp; sağına geçtim. Orada da, alt vurup; üst çıktım. Apartmanların zillerine baktım. Ama ona uyacak bir isim bulamadım. Onun ismi ne olabilirdi, diye düşündüm: Ayşe, olamazdı; Fatma, Olamazdı; Zeliha, olamazdı. Ne olabilirdi? Aklıma bir şey gelmedi. Öyle çaresizce, apartmanların önlerinde bekledim; beş dakika bir yerde, on dakika başka bir yerde. Bir yerlerden çıkmadı. Bir yerde görünmedi. Ona benzetebileceğim birine bile, gözüm ilişmedi. Olmadı. Vazgeçtim. ‘Belki de, durağı, buralarda bir yerdedir’ diye düşündüm. Dolmuşa ya da otobüse binip; gitmiştir, bir yere. Burada oturduğunu; kim söyledi ki?
Geldiğim yoldan geri dönüyorum. Tabi, ara sıra arkama bakmadan da; edemiyorum. Bir şey, gözüme çarpsa; durup, oraya gideceğim yani. İşte, öyle; –arkama bak baka- geldim, durağa. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7… Daha fazla dayanamadım. Gelmeyecekti, görünmeyecekti, göremeyecektim. Gözüm arkada kalarak, 8. dolmuşa bindim. Benim Orta Çağım, artık o cümle içine hapsedilmişti.
Bir cevap yazın