Kendinizi nasıl tanımlarsınız? İnançlarınız, görüşleriniz, sizi siz yaptığını düşündüğünüz değerler kavramlar neler? Aileniz, geçmişiniz sizin için ne kadar değerli? Doğduğunuz topraklar sizin için ne anlam ifade ediyor? 10 yıl önceye baktığınızda 10 yıl önceki siz ile şimdiki sizin dünya görüşleri ne kadar farklı? Bu yazıyı okumaya başlayan herkes bu sorulara birbirinden çok farklı cevaplar verecektir. Peki bizi biz yapan kimliğimiz bizi gerçekten ne kadar yansıtıyor? Ailemizin, yaşadığımız toplumun bizim üzerimizdeki gölgesinin etkisi nedir? Tüm bunların ne kadar farkındayız?
Hepimiz henüz çocukken kendi kimliklerimizi keşfetmeye başlarız. Küçük yaşlarımızda anne ve babamızla fikir ayrımına düştüğümüz ilk anlar belki de bireysel kimliğimizin ortaya ilk çıktığı anlar olarak kabul edilebilir. Ergenliğimizde bu ayrışma daha da belirginleşir. Bitirdiğimiz okullar, çalıştığımız iş yeri, ya da evlendiğimiz kişi her biri kimliğimizi etkiler. Geleneksel bir toplumda bir kadının evlendiğinde yaşadığı kimlik değişimini hayal edelim… Ailesinden ayrılıp eşinin ailesiyle yaşamaya başlaması, buradaki konumu yaşadığı kimlik travmaları halen sosyoloji biliminin araştırma konularındandır. Yeni doğan bir çocuğun annesinin değil de babasının soyadını alması da incelemeye değer bir diğer konu değil mi?
Bu yazının amacı bireysel ve toplumsal kimliğin insanlık tarihindeki ilişkisini ve yüzyıllar içerisindeki evrimini sosyolojik açıdan incelemek değil. Batı toplumunda insanlar yüzyıllardır kimliklerini geçmişleri ya da ataları üzerine değil, ortak gelecekleri ve gelecek hedefleri üzerine kurmaya başlıyorlar. Bu yaklaşım etnik, dini, cinsel kimliklerden daha az ayrıştırı olabilir. Toplumsal kimliğimiz, bireysel kimliğimizi elde edebilmemiz için özellikle özgürlüğün kısıtlı olduğu toplumlarda hayatta kalabilme hak elde etme ve haklarını korumak için bir zaruret olabilir. 1963 yılında Amerika’da siyahi vatandaşların gerçekleştirdiği ayrımcılığa karşı düzenlenen büyük yürüyüş ve Martin Luther King Jr.’ın burada yaptığı tarihi konuşma buna örnektir. Ve toplumsal kimlik, bireysel özgürlüğün kazanılması için kullanılmaktadır.
“Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var. “
Martin Luther King Jr. Nobel Barış Ödülü sahibi sosyolog din adamı politik eylemci. (1929 – 1968)
Yukarıdaki örneği doğrular şekilde Amerikalı psikolog Abraham Maslow 1943 yılında insan psikolojisiyle ilgili meşhur teorisini ortaya attığında insanın gereksinim piramidini şu şekilde oluşturmuştu:
- Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım)
- Güvenlik gereksinimi (beden, iş, kaynak, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği)
- Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel mahremiyet)
- Saygınlık gereksinimi (özsaygı, özgüven, başarı, başkalarına saygı duymak, başkaları tarafından saygı duyulmak)
- Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdemli, yaratıcı, içten, problem çözücü, önyargısız ve hakikatleri kabul eder olmak)
Piramidin 4. ve 5. basamakları bireysel kimliğimizle ilgilidir. Bu basamaklara tam olarak ulaşabilmek için insanın içine dönüp kendini tanıması gerekir.
“Kendinin efendisi olmayan hiç kimse özgür değildir!”
Epiktetos. Yunan stoacı filozof. (M.S. 50 – M.S. 135)
Eski yunanda Platon ve Sokrates insanın kendini bilmesini öğütlemişler. Antik Yunan tapınağı Delfi’de Apollon Tapınağında altın harflerle “Kendini Bil” yazılıydı.
Biz kendimizi ne kadar biliyoruz? Kendimiz olduğunu düşündüğümüz kimlik, ailemizden, çevremizden, yaşadığımız toplumdan aldıklarımız bizi tanımlamak için yeterli mi? Savunduğumu değerlerde değişik fikirlere ne kadar açığız? Doğru olduğunu düşündüğümüz hatta emin olduğumuz şeylerin aksini duymaya, görmeye ne kadar hazırız?
İnsanın kendini tanıması, aynı zamanda geliştirmesi kısacası özgür olabilmesi için değişimi kabul etmesi gerekir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiyken, biz bireyler olarak ne kadar değişiyoruz, ne kadar gelişiyoruz? Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri ne kadar sorguluyoruz? Bertnard Russel Sorgulayan Denemeler’inde insanların uğruna savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirlerin bu sorgulamanın olmadığı, içsel değişimin gerçekleşmediği, körü körüne saplanılmış düşücelerden beslendiğini yazar.
“Yalnızca menfaatleri için bir uçtan bir uca savrulan ya da kendini tanımadan, körü körüne bir düşünceye bağlı olan insanlar zıt görüşler arasında savrulup gitmeye mahkumdurlar. Bu insanlar ne kendilerine ne de çevrelerine fayda sağlayabilir.”
Özgür insanın düşünceleri bir yere saplanıp kalmamalı, savunduğu değerler moda akımlara göre değişen değerlerin üzerinde olmalıdır. Tarih, hangi türden görüşlerin her daim tutarlı kaldığını örnekleriyle sunuyor. Sınırları dar çizgilerle belirlenmiş, evrensellikten uzak her düşüncenin, dönem dönem en popüler olanının bile kaybolup gittiğini, değişim karşısında tutunamadığını görebiliriz.
Özgür insanın ihtiyacı olan, savunması hissedip yaşaması gereken değişimden etkilenmeyecek kadar erdemli daha evrensel değerler olmalı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri 1776’da Büyük Britanya Krallığı’ndan ayrılırken yayınlanmış Bağımsızlık Bildirgesinde şu evrensel hedefler ortaya konmuştu:
“Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükûmetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükûmet kurmak o halkın hakkıdır.”
Thomas Jefferson ABD 3. Başkanı (1743 – 1826)
Bu bildirge hala geçerliliğini ve doğrulunu korumaktadır, bir metodu bir uygulamayı savunmaktan çok daha üst, evrensel değerleri savunur. Bu bildirgeden sadece 13 yıl sonra bu kez Avrupa’da Fransız ihtilali gerçekleşti. 28 Ağustos 1789’da Fransa Ulusal Meclisi Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’yle şunlar söyleniyordu:
“İnsanlar eşit doğmuştur ve eşit yaşamaları gerekmektedir. İnsanların zulme karşı direnme hakları vardır ve her türlü egemenlik esası millete dayanmalıdır. Egemenlik bir kişi ya da grubun elinde bulundurulamaz. Devleti idare edenler esas olarak millete karşı sorumludur. Hiç kimse dini ya da sosyal inançları yüzünden kınanamaz.”
Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de yıllar geçse de eskimeyecek görüşlerini bu bakış açısına borçluydu belki de. O da geçici eğilimlerden çok ilkelere odaklıydı. Değişimin kaçınılmaz olduğunun farkındaydı. Ve hiç bir şeye körü körüne bağlanmamıştı. Özgür insana en güzel örnek olabilir…
“Medeniyet yolunda muvaffakiyet, yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat ve yaşayışa hakim olan hükümlerin zaman ile değişme, gelişme ve yenileşmesi zaruridir. Medeniyetin icatları, fennin harikaları, cihanı değişiklikten değişikliğe sürüklediği bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, maziye düşkünlükle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir.”
M.Kemal ATATÜRK 1924
Bizler de ihtiyaçlar piramidinin en üst seviyesine çıkarak, içimizdeki kendini gerçekleştiren, erdemli yaratıcı ve içten insanı hayata döndürebiliriz. İçimizdeki potansiyeli ortaya çıkarabiliriz.
Özgürlüğe giden ilk adıma, ön yargılarımızın üzerine giderek başlayabiliriz. Bir kişi, bir grup, bir olay hakkındaki ön yargılarımızı, zihnimizin olası yanlış yönlendirmelerini sessizlikle gözlemleyip doğruyu arayabiliriz. Öğrenilmiş yargılarımızı, sınırlarımızı kaldırabiliriz. Hayat Heraklitos’un M.Ö. 500lü yıllarda savunduğu gibi karşıtlarla var olmuyor. Hayat iyi – kötü, güzel çirkin, temiz – kirli, 1 – 0 dan çok daha fazla anlam, değer, tat, renk, çeşit barındırırken kendimizi bir tarafa bir görüşe hapsedip diğer tarafın ve aradaki sonsuz seçeneğin zenginliği neden kaçıralım? Kendimizi tanımlarken bu zenginliklerden yararlanarak daha üst değerleri neden savunmayalım?
Bunu yapmak için her zamankinden daha şanslıyız. Aklımıza gelebilecek her konuya, çok farklı bakış açılarından erişebileceğimiz neredeyse sınırsız bir teknoloji elimizin altında. Teknolojiyi kitleleri yönlendirmek için sunulduğu haliyle değil kendimizi her gün biraz daha özgürleştirmek için kullanmak da bizim elimizde!
Fırat Büyükcivelek
Bir cevap yazın