I. BİR MAĞARADASIN
Bir mağaradasın.
Çıplaksın ve yalnızsın.
Sessiz ve durgun bir mağaradasın. Yalnız olduğunu hissediyorsun. Doğrusu yalnızlık
hissedilemez. İnsan yanında kimseyi bulamaz ve bunu yalnızlık olarak bilir.
Kalabalıkta bile yalnızlık duyabilir insan. Ama sen mağarada bir başınasın.
Yapayalnızsın.
Mağaranın girişi suyla kapalı. Orası; o mavimsi bir ışık huzmesiyle aydınlanan su,
hafif bir dalganın sesini yansıtan su, meçhul bir denize açılıyor olmalı. Işıdığına göre!
Suya girdiğini düşünüyorsun. Önce ürperiyorsun; su serin olmalı ve sen serin suda
çıplaklığını hissediyorsun. Fakat iyice girince suya alışıyorsun. Derin bir nefes
alıyorsun. Yavaşça, ses çıkarmadan, sükûneti bozmadan dalıyorsun suya. Önce bir
deneme yapmalısın, bilmediğin bir suda, bilmediğin bir geçide hemen dalmak akıllıca
sayılmaz. Birkaç kulaç yüzüyorsun, etrafı kolaçan ediyorsun; ışık var, ileride daha çok
aydınlık var, fakat ne kadar ileride, bunu kestiremiyorsun ve geri dönüyorsun.
Girişi suyla kaplı bir mağaradasın. Su hafifçe dalgalanıyor. Demek ki dışarıya bir
bağlantısı var. Boğuk bir dalga sesi geliyor. Demek ki çok uzak değil dışarıdaki ferah,
özgür dünya.
Suya girdiğini düşünüyorsun. Islak, kaygan kayalığın çevrelediği geçidin hemen yanı
başında duruyorsun. Kendini zor bir yolculuğa hazırlıyorsun. Derin bir nefes alıp uzak
maviliğe doğru dalıyorsun. Acele etmeden yüzmelisin, yoksa nefesin çabucak tükenir.
Sakin ve iri kulaçlar atıyorsun geçidin içinde. Yaşlı bir kaplumbağa sana eşlik ediyor,
görüyorsun. Yalnız değilsin. Kaplumbağa hızla ilerliyor. Küçük ayakları ile nasıl da
hızla ilerliyor, bunu çözemiyorsun. Sen bunalıyorsun, bocalıyorsun. Kocaman, hantal
kollarınla pek yavaş ilerlediğini düşünüyorsun. Aslında kaplumbağadan daha hızlı
yüzeceğini de hayal edebilirdin, ama nasıl olsa buna inanmayacaktın. O halde
bırakıyorsun, kaplumbağa ışıltılı maviliğe doğru uzaklaşıp kayboluyor. Kolların
yoruluyor. Daha yavaş yüzüyorsun. Nefesin zorlanıyor, ciğerlerin hava istiyor,
yutkunarak kandırmaya çalışıyorsun ciğerlerini, devam ediyorsun. Gözlerin yanıyor.
Işık beklemekten yanıyor gözlerin. Mavi ışık uzaklaşıyor yavaş yavaş. Geçit daralıyor.
Sivri, kaygan kayalar geçidi kapatıyor yavaş yavaş. Yavaş yavaş yüzüyorsun.
Kayalar giderek yakınlaşıyor, yoluna geriliyor, ışık giderek sönükleşiyor, kolların
giderek yoruluyor, nefesin giderek daralıyor. Her şey daralıyor ve sen vaz geçmeyi
düşünüyorsun.
Girişi suyla kaplı bir mağaradasın; aç, çıplak ve tek başına. Düşünüyordun,
mağaradan çıktığını düşlüyordun, güzel bir yere çıktığını. Güzel bir dünya
umuyorsun, düşlediğinden daha iyi bir dünya.
Kalkıyorsun, girişteki suya yürüyorsun kararlı adımlarla. Ne suyun soğukluğundan
tedirgin oluyorsun ne de geçidin bilinmezliğinden endişeleniyorsun. Derin bir nefes
alıp dalıyorsun mavi ışığa doğru.
II. BİR AKIŞTASIN
Bir nehirdesin.
Çağlayan bir nehirdesin. Suyla akıyorsun.
Nehir güçlü. Seni sürüklüyor. Pek çok şeyle birlikte sürüklüyor seni. Başka insanlar,
kütükler, taşlar, ağaçlar ve otlar akıp gidiyor etrafında. Nehrin akışına kapılmışsın. Su
bulanık. Dibini göremiyorsun. Çamur deryası. Bata çıka gidiyorsun. Nehir nereye
gidiyor, hiç bilmiyorsun.
O suya kendi isteğinle girmedin. Düşmüş olmalısın ama nasıl düştüğünü
hatırlamıyorsun. Kendini akan bir suda buldun. Seni alıp götüren bir suda. Kendini
akışa bırakıyorsun. Öylece akıp gideceksin nehirle birlikte. Akıştan başka bir şey yok.
Bu yolculuk seni bir yere vardırmayacak, bunu anlıyorsun. Yine de bir yere varmayı
umuyorsun.
Tutunmak istiyorsun. Akıştan korktuğun için tutunacak bir şeyler arıyorsun. Çalıları
tutuyorsun korkuyla. Çalılar bir yerlere takılıyor. Seni aşağı çekiyor. Akıntı zorluyor
seni. Su seni sürüklüyor. Ellerini parçalıyor çalılar. Bırakıyorsun.
Çamurlu sular sana hükmediyor. Vücudunu alabora ediyor nehrin dalgaları.
Batıyorsun ve bir şey göremiyorsun. Çırpınıyorsun, yardım istiyorsun. Sana tutunuyor
birileri ve seni aşağıya çekiyor. Kendini onlardan kurtarmaya çabalıyorsun. Seni
bırakmıyorlar. Elbiselerini parçalıyorlar. Kollarına ve bacaklarına sımsıkı tutunuyor
birileri. Sımsıkı tutuyorlar seni. Kendini kurtarmaya çalıştıkça senden parçalar
koparıyorlar.
Kendini akışa bırakıyorsun. İyi bir yere gitmediğini biliyorsun. Hiçbir yere varmayacak
bir akıştasın.
Suyla mücadele ederken yüzmeyi öğreniyorsun. Yüzerek istediğin yere gidemezsin
coşkun akan suda. Akan suya karşı yüzmeyi deniyorsun. Su seni yeniyor. Aşağılara
sürüklüyor. Suya yenildikçe öğreniyorsun. Akıntıya karşı yüzülmez. Kayalara
tutunmayı deniyorsun. Su seni hırpalıyor; çalılarla, odunlarla saldırıyor. Yeniliyorsun
ve ellerini bırakıyorsun. Akıntıya karşı tutunacağın bir şey yok. Öğreniyorsun.
Akıntının ötesine bakıyorsun. Sarp kayalıklar, dik yokuşlar, tehlikeli uçurumlar
görüyorsun. Bata çıka sürüklenirken güzel bir yer arıyorsun. Hayalini kurduğun bir
yeri arıyorsun. İleride bir yer var; bir ormanın kıyısı, bir çayır gözüne çarpıyor.
Hoşuna gidiyor. Sudan başını çıkardığında bir an gözüne çarpmıştı. Oraya
çıkabilirsin.
Kütükleri kullanıyorsun. Suya batmıyorsun. Çalılarla kendini kayalardan koruyorsun.
Sağa sola çarpmıyorsun. Kenara doğru yüzüyorsun. Suya uzanan kökler var. Sana
elini uzatan kökler. Onlara tutunuyorsun. Kendini kenara çekiyorsun.
Sudan kurtuldun. Boylu boyunca uzandın kıyıdaki çimenlerin üzerine. Buraya çıkmayı
hedeflememiştin. Daha yukarıda bir çayırlığa çıkmayı istemiştin. Ama burası daha
güzel. Ayağını basabileceğin bir yere ulaştın. Artık buradan yürüyebilirsin. Seni
sürükleyen akıştan kurtuldun. Şimdi istediğin yere gidebilirsin. Ama nereye gitmek
istiyorsun, henüz bunu bilmiyorsun.
III. BİR ORMANDASIN
Bir ormandasın. Yabancı bir yerdesin.
Soğuk bir gece. Gökyüzü kapkara bulutlarla kaplı. Hava soğuk, ortam karanlık,
yağmurlu. Tek başına soğuk ve karanlık bir ormandasın ve korkuyorsun.
Bilmediğin bir yere gidiyorsun. Fakat nereye gittiğini biliyorsun. Şimşekler çakıyor;
kısa bir aydınlık. Tedirginlikle yürüyorsun. Gök gürlüyor ardından. Gökyüzü tepene
iniyor tüm haşmetiyle. Ürküyorsun. Kabuğuna çekiliyorsun. Yürümeyen bir
kaplumbağasın. Islak, ürkek bir heykele dönüşüyorsun.
Düzensiz damlalar iniyor suratına. Yağmur karşıdan geliyor. Rüzgar yüzüne yüzüne
esiyor. Soğuk damlalar kırbaçlıyor yüzünü ve ellerini. Geri dönmeni söylüyor yağmur.
Geldiğin yere dönmeni istiyor. Dönmeyeceğini biliyorsun. Geldiğin yeri biliyorsun ve
oraya dönmeyeceksin. Üşümüş ellerini yüzüne siper edip bir adım daha atıyorsun.
Bir hırlama sesi işitiyorsun derinden. Gittiğin istikamette kurtlar uluyor. Kalbine korku
düşüyor. Yakında bir çakal haykırıyor; alay ediyor beyhude çabanla, nasıl olsa
başaramayacaksın. Başının üzerinden sakin bir ishak kuşu süzülüyor sessizce. Siyah
gecede bir mücevherin ışıldayarak uçuşunu izliyorsun. Yağmur damlaları ishak
kuşunun kanadında parçalanıyor ve yıldız ışıklarına dönüşüyor. İshak kuşu ne
yağmura aldırıyor, ne geceye, ne ormana. Umut serpiştiriyor önün sıra. Başını dikip
yürüyorsun çalıların arasından, köklerin üzerinden, çamurların içinden.
Gök gürlüyor ve sen gülümsüyorsun; birazdan ışık olacak. Şimşek çakıyor ve sen
yürüyorsun; birazdan yağmur duracak. Yağmur suratını kırbaçlıyor ve sen yüzünü
damlalara verip sepkene doğru yürüyorsun. Ne olursa olsun yürüyeceksin.
Orman canlanıyor; toprak kabarıp ayaklarını okşuyor, ağaçlar eğilip omuzuna
dokunuyor, çalılar uzanıp elini tutuyor, her biri içine fısıltılar düşüyorlar: Biz
buradayız, hep buradayız, sen de buradasın, bizimlesin, korkma. İshak kuşu ta ilerde
dev bir ağacın dalına tünüyor, ışıltılı gözleriyle sana yön gösteriyor, çağrılar
gönderiyor; gel, gel, hadi böyle gel! Kurtlar dokunaklı bir ağıt yakıyor uzaktan koro
halinde. Çakallar neşeli bir şarkıya başlıyor. Hışırtıları, çıtırtıları, pıtırtıları duymaya
başlıyorsun. Ormanın sesini öğreniyorsun.
Ormanda her şey canlı. Sen de ormanın canlarındansın. Bunu anlıyorsun ve artık
endişe etmiyorsun. Gök gürlediğinde havadaki titreşimleri hissediyorsun, şimşek
çaktığında yıldırımın kokusunu alıyorsun. Kurtları, kuşları duyuyorsun, ağaçları,
çalıları anlıyorsun, yağmur seni okşuyor ve toprak bağrına basıyor.
Bir ışık görüyorsun. Karanlığı yırtan bir ışık. Bir insan izi. Varılacak bir yerin işareti.
Kabuslarını ormana bırakıyorsun, çaresizliklerini ve korkularını geride bırakıyorsun.
Hayalini, umudunu ve cesaretini derin bir nefesle göğsünde topluyorsun ve
yürüyorsun. Kendinden emin ilerliyorsun. Temkinli adımlar atıyorsun ışığa doğru.
IV. BİR SAHRADASIN
Bir sahradasın. Kıpkızıl bir dünyada.
Sıcak kumlarla çevrili bir dünyadasın. Önünde bitmek tükenmek bilmeyen kum
tepeleri. Arkana bakmıyorsun. Arkanda bir şey yok. Aradığın hiçbir şey yok arkanda,
biliyorsun. Sağında solunda şaşkın iskeletler. Yollarını şaşırmışlardan geri kalanlar.
Sıcak kumlarda yürüyorsun. Kumlar ayağını yakıyor, duramıyorsun. Bacaklarında
derman yok, ilerliyorsun. Güneş tepende, başını kızdırıyor. Başını kaldıramıyorsun,
güneş yüzünü yakıyor. Alevler içindesin. Ayakların yanıyor, bacakların yanıyor,
kolların yanıyor, göğsün ve sırtın yanıyor, başın bunalıyor. Sıcak bunaltıyor seni,
kumlar yutmaya çalışıyor, rüzgar kumlardan kamçısıyla suratını dövüyor, sahra seni
her yönden kuşatıyor. Sahra seni boğuyor, nefes alamıyorsun.
Gözlerin bir umut arıyor kızıl sahrada. Sağa sola bakıyorsun bir umutla.
Duraklıyorsun.
Sen durunca kızıl kumların içinde bir düş yükseliyor; sağında bir şehir görünüyor.
Sislerin ardında beliren bir şehir seni çağırıyor. Heyecanlanıyorsun, muhteşem bir
şehrin hayali seni cezbediyor. O şehri görmek istediğini biliyorsun. Görmediğini de
biliyorsun, bunu istemesen de. Gözünü önüne dikiyorsun, ayaklarına bakıyorsun.
Sürünerek adımlar atan kavrulmuş ayaklarına acıyorsun. Sen acıdığında ayakların
duraklıyor.
Solunda bir vaha beliriyor ansızın. Taptaze, ferah bir göl gözüne çarpıyor. Rüzgarda
salınan palmiye ağaçlarının altında ayna gibi bir göl. Gölün ışıldayan aynası suyu
yansıtmıyor; ayna sıcak kumları yansıtıyor, yakıcı güneşi yansıtıyor. Taptaze gölde
kimse yüzmüyor, şaşkın bir deve iskeleti parlıyor gölde yalnızca. Gözünü kapatınca
da görüyorsun vahayı tüm güzelliğiyle. Bir tek şaşkın iskelet hariç, gözünü kapatınca
o görünmüyor. Biliyorsun ki solunda sadece kumlar ve iskelet var; ne vaha, ne göl, ne
de palmiyeler! Canının son katresine göz koyduklarını biliyorsun. Seni şaşırtmak
istiyorlar.
Güneşe doğru gideceksin. Sıcağa karşı yürüyeceksin. Kumlara batan ayakların
kavrulacak ve sen adımlarını atacaksın. Kafan kaynayacak sıcaktan, dudakların
çatlayacak susuzluktan ve boğazın kuruyacak, alnında yanıklar oluşacak yavaş
yavaş. Sen yürüyeceksin yüzün yanarak, yüreğin susayarak, başın bunalarak.
Gözlerini kısıyorsun ve ileri bakıyorsun. Sen ileri bakınca ayakların yürüyor. Kumlara
bata çıka yürüyor ayakların. Terliyorsun. İyi ki terliyor bedenin; ter vücudunu
serinletiyor. Başını bir bezle kapatıyorsun. Terden ıslanan bir bez var başında. Güneş
yakmıyor şimdi, sıcak o kadar bunaltmıyor. “Sahra pek sıcak” diyorsun “ama yürümek
ne güzel, arzu ettiğin yere yürümek, istediğin gibi yürümek hep güzel!” İçinden bir
coşku yükseliyor. Omuzların dikleşiyor. Adımların hızlanıyor. Göğsünü şişirip bir türkü
söylüyorsun.
“Ben yürürüm yana yana,
Aşk boyadı beni kana…”
Güneşin harareti kayboluyor. Türkünün ritmine uyduruyorsun ayaklarını, çağıl çağıl
yürüyorsun güzel ve sağlam adımlarla. Kumlar yumuşacık ipek gibi kayıyor
ayaklarının altında, çıplak ayakların coşkuyla ilerliyor şırıltılı bir deredeymişçesine.
Gözlerin neşeyle bakıyor ileri, taa uzaklarda göreceğin yere.
Doğru yolda olduğunu biliyorsun. Çünkü istediğin yere gidiyorsun. Güneşe doğru
gidiyorsun.