“Az önce insanların neşesine neşe kattığım bir partiden geldim; dudaklarımdan nükteler
döküldü, herkes güldü ve bana hayran kaldı –fakat ben ayrıldım- bu çizgi dünyanın yörüngesi
kadar uzun olmalı ve kendimi vurmak istedim” 1
Dolaylı iletişim, ironi, mizah, takma adla yazma, ima, aksayış: Sören Kierkegaard. Kolay
anlaşılabilir bir yazar olmadığını yazdıklarından ve ifade yollarından anlayabiliriz. Aynı
zamanda ifadelerinin menşei olan, zor bir karakteri ve yaşam tarzı olduğunu görürüz.
Ancak, kolay anlaşılır olmaması, öyle olmasını istemesindendir.Niyeti, salt görüşlerle yetinen
dikkatsiz okuyucularının geçici olarak kafasını karıştırmak ya da onları hepten
yıldırmaktır.Kurduğu labirentlerde yeterli zihinsel cesaretle ilerlendiğinde onun sorduğu
sorulara açık yanıtlar sunan ve azimli okuyucusuna yardım eli uzatan biri olduğu görülür.
Kierkegaard, felsefi diline aşinalık kazanıldığında, yazdıklarının okuyanı bir “kaygı”ya ve
“umutsuzluğa” sevk etmekten uzak durduğu anlaşılır.Hatta tasasız bir ölümsüzlüğün
teminatını verir.Düşünsel mutluluklar vaat eder.Yapıtlarını incelerken anlamak için yeterli
zihinsel ışığı harcayamayan okurları ise tüm bunlardan çok uzağa düşürür.
Eserlerinin bu çok da bilinmeyen yönünde, çocukluğundan özellikle babasından kalan
psikolojik mirasın çok büyük etkisi vardır: Kierkegaard, 1813’te Kopenhag’ta
doğdu.Çocukluğu insanlardan uzak ve mutsuz geçti.Annesini, ablalarını, iki ağabeyini daha
yirmi birini bitirmeden kaybetti.babası 1838’de öldüğünde ağabeyine ve Sören’e büyük bir
miras bırakmıştı.Bu sayede Kierkegaard hayatını maddi sıkıntı çekmeden yazarak
geçirdi.Ortadoks Lutherciliğe çok bağlı olan babasının güçlü kişiliği ve dindarlığının
derinlerde yatan melankolisi tüm hayatı boyunca etkisini sürdürdü.
“Bir zamanlar bir adam vardı; daha çocukken Tanrı’nın İbrahim’i nasıl kışkırttığını,
İbrahim’in bu kışkırtmaya karşın nasıl tahammül ettiğini, imanını elden bırakmadığını ve
bekleyişinin karşılığında nasıl yeniden bir oğula kavuştuğunu anlatan o güzel öyküyü
duymuştu.Çocuk büyüdüğünde aynı öyküyü daha da büyük bir hayranlıkla okumuştu: çünkü
yaşam çocuğun dindar yalınlığında birleşmiş olanı ayırmıştı.Büyüdükçe aklı bu öyküye daha
sık takılıyordu.Heyecanı gitgide artıyor ama öyküyü de gitgide daha az
anlayabiliyordu.Sonunda, ona başka her şeyi unutturan bu merak içinde, ruhu tek bir arzuya
kapıldı:İbrahim’i görmek.” 2
Kierkegaard 1840’ta, entelektüel gelişiminde ve yazılarında çok önemli mirası olan 23 Ocak
1822 Danimarka doğumlu Regine Olsen ile nişanlandı. Olsen , Egemen tutkusuyla,
Kierkegaard’a baştan çıkarıcı kimliğini kazandıran kadındır.Yalnız bu bilinen anlamda bir
baştan çıkarıcılık değil, çok daha tinsel bir yapıya sahipti;aşk bilgeliğiyle donatılmış
özgürlükçü bir erotist estet.
“ Cordelia’cığım!
Alpheus avlanırken orman perisi Arethusa’ya aşık olur.Peri, Alpheus’un yakarışını kabul
etmez, ondan hep kaçar ve sonunda Ortygia adasında bir pınara dönüşür.Bu olayın Alpheus’a
verdiği keder öyle acıdır ki o da Elis’te bir nehre dönüşür.Ama aşkını unutmaz ve o pınarla
deniz altında birleşir.Dönüşüm zamanı geçti mi? Yanıt: Aşk zamanı geçti mi? Senin dünyayla
bir bağı olamayan saf ve derin ruhunu pınardan başka neye benzetebilirim? Ve aşık bir nehir
gibi olduğumu sana söylememiş miydim? Ayrılmış olduğumuz şu anda, seninle birleşmek
için denizin dibine dalmıyor muyum ben?Orada denizin dibinde seninle yeniden buluşacağız,
çünkü gerçekte birbirimizin olacağımız yer o derinliklerdir.” 3
Ağırbaşlılıkla umursamazlığın birbirine karıştığı bir gençlik döneminden sonra, nişanlısı
Regine Olsen’den ayrıldı.Her iki tarafın da büyük acı çektiği bu olaydan sonra yaşamını
felsefi düşünceye adadı.
“Hayatım bir çıkmaza girdi, var oluştan iğreniyorum; tatsız tuzsuz, anlamsız bir şey.
Pierrot’dan daha aç olsaydım, insanların sunacakları açıklamaları yemeye yeltenmezdim.
İnsan, parmağını toprağa batırıp kokusundan hangi diyarlarda olduğunu anlar -bu, hiçbir şey
kokmuyor. Neredeyim ben? Dünya denen bu şey nedir? Bu kelimenin anlamı nedir? Beni
bunun içine kim çekti de şimdi bırakıp gidiyor? Ben kimim? Dünyaya nasıl geldim? Bana
neden sorulmadı? Neden yolu yordamı öğretilmeden sanki bir ‘ruh satıcısı’ndan alınmış gibi
bir kenara itildim? Gerçeklik dedikleri bu büyük müesseseye ilgim nasıl doğdu? Neden ona
ilgim olsun ki? Bu içten gelecek bir ilgi değil mi? Eğer bu işte zorla yer alacaksam yönetici
kim? Ona bir şey söylemek isterim. Yönetici yok mu? Şikâyetimi kime bildireceğim? Var
oluş hiç kuşkusuz bir müzakere… Görüşümün dikkate alınmasını rica edebilir miyim? Eğer
insan dünyayı olduğu gibi kabul etmek zorundaysa o zaman onun ne olduğunu öğrenmemek
daha iyi olmaz mıydı? (…) Herkesin sormasına izin veriyorum ve herkese soruyorum
kendimi; bir kızı mutsuz etmekle kârım ne oldu? Suçluluk… Bu ne demektir? Büyücülük mü?
Bir insanın nasıl suçlu olacağı belli değil midir?” 4
1841’de doktora tezini (Begriff Der İronie /İroni Kavramı) verdikten 2 yıl sonra pek çok kitap
yayımladı.Bunların hemen hepsinde takma ad kullandı. 5 *Bu takma adlar kah editör kah yazar
oluyor, birbirlerine göndermelerde bulunup polemiğe de giriyorlardı.Bir yandan resmi
kiliseye, öbür yandan Hegel’e karşı olmak üzere iki cepheli bir polemiğe girişti.Amacı,
inancın özü açısından öznel olduğunu ileri sürerek, Hıristiyanlığı onu karikatürleştiren
Hıristiyanlara karşı savunmaktı. Bu tutum aynı zamanda Hegel’in sistematik idealizmine karşı
çıkmak anlamına geliyordu.Kierkegaard devlet dinlerine karşı olduğu kadar sistematik
düşüncelere karşı da bireysel varlığın tekliğini ileri sürer.Eksiksiz sistemler ve
kişiliksizleştirici kavramlar karşısında öznelliğin “gerçeğin kendisi” olduğunu söylerken, bir
yandan da Tanrı’nın aşkınlığı karşısında öznelliğin başıboşluğu üzerinde durur.
“Ayrımlar çağı geçmiş, sistem tarafından yenilgiye uğratılmıştır.Günümüzde ayrım yapmaya
tutkun kişiye, ruhu uzun süre önce ortadan kalkmış bir şeye sadık tuhaf bir insan gözüyle
bakılıyor.Öyle olabilir, Sokrates o sırada nasılsa, bugün de aynı yalın, bilge kişidir, çünkü o
hem sözcükler hem de hayatı ile, Hamann’ın 2000 yıl sonra hayranlıkla yinelediği şu tuhaf
sözde ifadesini bulan bir ayrım yapmıştır: “Sokrates yüceydi çünkü ‘kavradığı ile
kavrayamadığını’ ayırt etmiştir”” 6
Kierkegaard’ın genel olarak ilk varoluşçu filozof olduğu görüşü hakimdir.Bireysel bakış açısı,
onun oluşturduğu sorumluluk temelinde görüş; yaşamı anlama, tutku ve samimiyet ilişkisinin
gerçekçi çözümlemelerine dayanır.Bu da varoluşçulugun 7 * kaynağını oluşturur.
Kendi zamanında fazla tanınmayan felsefesi, kimi çağdaş düşünürleri, özellikle Heidegger’i,
J. P. Sartre’ı, K. Jaspers’i, K. Barth’ı derinden etkilemiştir.Birçok çağdaşı yazar,O’nun
hakkında yazmıştır.Andrew Hamilton’ın, Sixteen Months in the Danish Isles’da (1852)
Kierkegaard ile ilgili yazdıklarıyla, O’nun sohbetinin hoşluğunu birinci ağızdan okuma
şansımız oluyor:
“Onunla hiç tanışmadım.Sokakta hemen her gün görürdüm, yalnız olduğu zamanlarda da hep
yaklaşıp konuşmayı aklımdan geçirmişimdir, ama bunu hiç gerçekleştiremedim.Bana
sohbetinin çok hoş olduğunu söylemişlerdi.Eğer ben de, ağzımdan acımasızca laf alınıp
elekten geçirildiğim duygusuna kapılmadan bu sohbetin tadını çıkarabilecek olsaydım
herhalde çok hoşuma giderdi.”
Aslında ona dair basit hayali tasvirlerden çok daha derin, gizli kalmış, yanlış da
anlaşılmıştır.Öğretmence tutuma ve dogmatik söylemlere karşı ve dogmatik söylemlere
düşman olan, her zaman dostça bir tavır gösteren Sokratik bir yol gösterici ve ulaşmaya
çalıştığı hakikatin karşısında silinmekten mutluluk duyan birisidir, böyle olmaktan da
vazgeçmez.İnsan hakları anlamında verdiği öncü mücadeleleri de unutmamak gerekir.İlk
paragrafta da öncelikle belirttiğim gibi, Kierkegaard felsefi yapıtları aslında okuyucularını bir
“kaygı”ya ya da “umutsuzluk”a sevk etmekten çok uzaktır; klişelerle rahatlayan vicdanları
onlara tasasız bir ölümsüzlüğün teminatını verirken (bu, terimin Kierkegaard’daki anlamıyla
hiçbir yönden varoluşsal olmayan bir ölümsüzlüktür) hayranlık uyandıracak bir takım
düşünsel mutluluklar vaat eder.
Kierkegaard yaşam yolculuğunu Davut’un Calut’a meydan okuduğu gibi, ülkesinin ve
döneminin Kilisesine neredeyse tek başına karşı koyarak bir eyleme geçiş ile noktalamıştır.Bu
klişeler aslında her dönem güncelliğini korur.Oysa büyük filozofların (Platon’dan Hegel’e)
gayretli ve yetkin okuyucusu Kierkegaard, düşüncesini dikkat çekecek derecede sağlam bir
kavramsallığa dayandırarak geliştiren bir filozoftur. 8
Büyük bir dehanın tanınmaması elbette üzücü; ama yanlış tanınması daha da beter.Ne yazık ki
Kierkegaard bu iki durumu da dramatik şekillerde yaşadı ve yer yer de yaşamaya devam
ediyor.Kierkegaard hayranlığımla özdeşleştirdiğim bu kısa biyografinin, O’nu tanıdığını
sananlar, hakkında şöyle bir fikri olanlar ya da hiç tanımayanlar için yeni bir bakış açısı
kazandırmasını diliyorum.
Sören Aabye Kierkegaard, 11 kasım 1855’te öldü.Rivayete göre son sözü “süpürün beni”
oldu.
* Varoluşçuluk ya da egzistansiyalizm genel olarak psikolojik ve kültürel devinimlerin; bireysel deneyimlerle
birlikte varolabileceğini savunan felsefe akımıdır.19. yy ortalarında baskın sistematik felsefeye karşı bir tepki
olarak doğmuştur.
Dipnotlar:
1 Sören Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, Birinci basım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2000.
2 Sören kierkegaard, Korku ve Titreme, İstanbul, Birinci Basım, Mitra yayınları, 2013, s.11
3 Sören Kierkegaard, Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Üçüncü Basım, İstanbul 2002, s.147
4 Sören Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, Çev. : Nedim Çatlı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005
5 Kierkegaard’ın yayımladığı eserlerinde kullandığı takma adı Johannes De Silentio’dur.
6 Sören Kierkegaard, Kaygı Kavramı, Çev.Türker Armaner, İş Bankası Kültür yayınları, 2006.
7 Kierkegaard’ın yayımladığı eserlerinde kullandığı takma adı Johannes De Silentio’dur
8 Kierkegaard Sözlüğü, Helen Politis, Çev. İbrahim Eylem Doğan, Say Yayınları,
Bir cevap yazın