Bir yaz akşamıydı.
Yağmur sanki son kez yağıyormuşçasına; hınçla, öfkeyle kendini Arnavut kaldırımın kollarına bırakıveriyordu. Taşların üzerinde biriken ufacık su birikintilerine bakarak, bakkala verdiğim siparişin gelmesini bekliyordum ben de. Her bir birikintinin yüzeyinde, kendi yüzümü görüyordum. Kimisinde; gözlerim kaymış, dudağımın ucuna yarenlik ediyordu. Kimisinde; kulaklarım adeta bir kartalın iki kanadını andırıyordu. Bana sadık kalmasalar, çırpınıp, beni de gitmek isteyecekleri yere götüreceklerdi. Başımı çevirip, diğer yansımalarıma bakacakken, simsiyah bir kundura yüzümü suyun üzerinde eze eze, elime açık yeşil renkte bir poşet sıkıştırdı. Poşetin içerisine baktım: iki tekel birası, bir paket de yer fıstığı vardı. Başımı hafifçe eğip, dudağımın iki ucunu iyice uzattıktan sonra, sessizce teşekkürümü ifade ettim. Aniden bir cızırtı sesi duydum. İçim biraz ürperdi, ardından sesi bulabilmek için taşların üzerinde biriken yüzlerime aldırmayıp, aramaya başladım. Bakkalın içerisinden geliyordu sanki ses. Kapıya doğru bir adam yaklaşıp, 37 ekran televizyonu gördüm. Biraz durup dalga dalga gelen görüntünün içerisine daldım. Ekrandaki yazılar tam okunmuyordu. Harfleri birleştirip, bir anlam çıkarmaya çalıştım ama olmadı. Bakkalın ise ekranı pür dikkat izlediğini görünce, kafamda gereksiz yere oluşan bu hayali soru işaretini, çekiçle yerle bir etmek için, uzun süren suskunluğumu bozdum.
-Hayırdır? Bir şey mi olmuş gene?
Uzunca yutkunup, buruk bir ses tonuyla cevap verdi.
-Diyarbakır yanıyor!
*
Elimdeki bira şişesinin kapağını açtıktan sonra, deri koltuğuma belimi dayayıp televizyonda koşuşturan insanları seyrediyordum. Kendini karakolun önünde bombalı bir düzenek ile öldüren 16 yaşındaki bir genç, buna sebep olmuş anlaşılan. Ölü ve yaralı sayısı ise henüz bilinmiyormuş. Bilinse dahi bunu umursamazdım. Bazı şeylere alışınca artık, sıranın kendime gelmemesi için balıkçı ağındaki av gibi, sebepsizce, çaresizce çırpınıyordum çünkü. Bu çırpınışlarımı da, her gün, her saat, her dakika üzüntüden ne dediklerini bilmeyen anneler ve babalar eşlik ediyordu, şimdi olduğu gibi. Ekranda feryat figan ağlayan anneler… Dizlerini hıçkırdıkça, ağladıkça daha da sert döven babaların görüntüleri bir bir geçiyordu. Ardından görüntü durakladı ve yeni bir haber başlığı girdi araya. Kendini öldüren gencin yaşadığı ev bulunmuş, önlerinde bir insan kalabalığı birikmiş. Ellerinde benzin bidonları ile sağa sola koşuşturan birilerini görüyorum. “Ölüm!” diye bağırıyorlar. “Yakın vatansız piçleri!” diyorlar. Ben de, elimde soğuktan buğulanmış camı ile bekleyen biramı yudum yudum, hiç acele etmeden yakılmak üzere olan insanların şerefine içiyordum.
*
Hazırlayıp bir sona kavuşturmak istediğim cigaramı, yakmak için sabırsızlanıyordum. Toprağa tohum döker gibi, ince ince uğraştım. Çakmağımın taşını döndürüp, usulca alevlendirdim cigaramı. Tuhaf bir koku yayıldı, dört duvarın arasına. Hiçbir kokuya benzetemiyorum. Tarif edemezdim bu yüzden. Diyebileceğim tek şey ise, bu koku, ruhumda müebbette mahkum olmuş bütün riyakar duygu birikintilerine, umursamaz bakkalın kundurası gibi eze eze bitiriyordu. Şimdi ise kokuyu umursamıyor, vücudumda oluşan gevşemeye kendimi bırakıyordum. Bunun keyfini çıkarmak için, sırtımı koltuğa yaslayıp, başımı hafifçe yukarıya kaldırdım. Kanın iyice karışmasını bekleyecektim… Nedense, boğazımda bir kuruluk hissi oluştu. Vakit kaybetmek istemiyordum. Hemen biramı sehpanın üzerinden alıp, içebildiğim kadar içmeye çalıştım. Gözüm yaşlanmaya başlayınca, şişeyi dudaklarımdan ayırıp tekrardan masanın üzerine bıraktım. Bırakır bırakmaz bakışlarım, yanan bir evin görüntüsüne takıldı. Tek katlı bir gecekondu, saman yığınına dönüşmek üzereydi. Cigaramdan bir nefes daha alıp, burnumdan solumaya gayret ettim. Ve başardım da. Duman bir bulut haline gelip, kıvrımlaşa kıvrımlaşa yükseliyordu. Sonra… Sonra ise tepemden tane tane damla olup yağacaktı. Olmadı ama nedense. Başımı yukarıya kaldırıp, etrafa baktım. Simsiyah bir bulut tepemde fink atıyordu. Gözlerim de yanmaya başladı. Cigaradan oldu diye düşündüm. Biramı alıp, bir yudum daha çektim içime, kanaya kanaya. Ardından televizyona baktım. O’da simsiyahtı. Hızlıca penceremin kenarına gidip, camı açmak istiyordum. Gördüklerim ise bunun tam tersini aksettirmek istiyordu bana. Dev bir insan kalabalığı buradaydı. Evimin önünde! Ellerinde benzin bidonları ile sağa sola koşuşturuyorlardı. “Ölüm!” diye bağırıyorlar. “Yakın vatansız piçleri!” diyorlar…
Elimde, soğuktan camı buğulanmış biram vardı. Tek dikişte, şişenin dibini görmeye başardım. Ve anlamıştım artık. Kendi ölümümün şerefine içiyordum
-SON-
Bir cevap yazın