Paçalarıma kadar inmişti hissettiğim derin korku ve bütün suskunluğuyla örtülmüştü
çocukların üzerine gece. Simit susamlarının yanında turuncu hasretler biriktirdiğim bir önlük
cebim vardı, zamanla onu da yırttı parmaklarım, ilmek ilmek. Sevgisizlik tanımını okulun taş
merdivenlerinde oturarak ezberlemiş bir çocuk için şeker pembesi değildi gökteki bulutlar.
Esir olarak tutulduğum bir kabile sanki okul bahçesi ve ilk ayinde Tanrı’lara kurban olarak
sunulacaktım güneşin sıcağı eritirken damarlarımda dolaşan ölüm yongasını. Yalnızlık,
mutluluklar depolayıp elimdeki kara hüzünlere beyaz şeritli yollar çizdiğim öğrenilmiş bir
davranış biçimiydi benim için. Köpekleri boyunlarındaki zincirlerden kurtarabilirdim, belki
daha fazla param olursa öksüz sevdalara gül renginde elbiseler bile alabilirdim, etekleri pileli.
Peki ya annemin omzundaki gamlı yükleri, yollarına çiçekler sererek hafifletebilir miydim?
Mesela on üçümde güçleşen yaşam algısı sıcacık ekmeklerin üzerine sürülebilir miydi bir
Pazar sabahı kahvaltısında ? Anneannemin yoğun bakımda yatan çaresizliğini, Zeki Müren
dinleyip çilek reçeli yaptığımız günlerle ikâme edebilir miydim ? Ne farkı var kendimi
gömdüğüm salon koltuklarının Montaigne’in inzivaya çekildiği Perigord’taki şatosundan ?
Zihnimdeki soruların üzerini kırmızı pötikareli bir masa örtüsü ile örtüp ezberimde kalan son
şiirleri bir açık artırmada en düşük fiyattan satmak istiyorum. Ayyaş gezegenlerde seyahat
edip dünyaya sataşmak telaşı konuveriyor dilimin ucuna. Geç kuruyan çamaşırlara sitem
ediyorum bazı sabahlar, gökkuşağından bir dilim kesip çeyizlik tabaklarımda sunmak
istiyorum konuşmaya korkan çocuklara. Göğsümde beliren masmavi boşluğa bütün sevinçleri
doldurup uçmak istiyorum, lanetli şehirlerin üzerinden okyanusların diplerine. Bir kum
odasını yüzgeçlerimle eşeleyip yeryüzünde var olan tüm savaş yankılarını, şehirlere atılan
bombaları ve yağmalanan düşleri hapsetmek istiyorum; dağlara küskün kuşlardan
bahsetmiyor hiçbir kitap ve yahut kim yazıyor sokak çocuklarının elinde açan kederli
kelebekleri ? Varsa yoksa aşk, ki yok aşk. Varsağılar işliyorken çocukluk düşlerimin üzerine
çullanan yetişkin dayaklara, yitiriş sancısı sayılıyor abaküslerde talebeler tarafından.
Çarpım tablosunu ezberlemezsem mahalleyi geç, evren üzerindeki hiçbir park beni kabul
etmeyecekmiş gibi gelirdi o zamanlar. ‘’ Yakasız gömlekler bize, felek biçer demedim mi ? ‘’
yazıyordu paso almaya gittiğim yazıhanenin birinde. Yıllar sonra baş edemediğim bazı
vesaireler için gittiğim kliniğin kapısından duvara yansıyan gümüşi bir tablonun altından
parıldayan bir gülümsemeyle yüzüme bakan o iki dize, metruk bir binanın kırıntılarından
kurtardığım fosil taneleriydi sanki; sarahaten haykırsam kara yazılı tahtaların tebeşir
kokularından duyar mı acep beni Karacaoğlan ?
Çağla Nalbantoğlu
Bir cevap yazın