Düşündüm; nedenini, nasılını, zamanını. Zihnimin girdaplarında dolanıp duruyorum günlerdir. Bir an, sadece bir an, aradığım. Ama yok işte, anların arasında küçük replikler…Başkalarına değil kendime ait replikler… Bir kitabı okurkenki gibi, karşıdan bakan için anlamsız, sebepsiz görünen bir gülümsemeyle doluvermek gibi. Bilincin dehlizlerinde yok oluvermek gibi. Kalbinde yüz binlerce kır çekirgesi, usul bir şenlik halinde…Öyle bir şey olmuş olmalı muhakkak. Küçük bir cümle onun kaleminden dökülen, yüzlerce kelime arasından sıyrılıp bir araya gelmiş kelimelerin valsı olan bir cümlecik, alır götürür bir başka ülkeye. Günlük koşuşturmanın arasında birden aklına geliverir o cümle ve yine aynı gülümseme konar yüzüne, karmaşanın, bir yığın gürültü patırtının içinden cılız bir “hiişşşt” sesi aklını çeler sanki, “bırak şimdi bu tarafa bak”, der ve bir pencere açılıverir düşler ülkesinin göğüne usulca.
Meğer o pencereden bir düş girmiş kalbime. Mevsim baharmış, meğer çiçeklenmiş baharla birlikte düşler ülkesinin göğünden düşen minik düş. Aman canım; nihayetinde bir düş işte; bahar sarhoşu bir avare. Hayaller içinde o yana bu yana salınıp duran, gerçekliklerden uzakta umutlar besleyen bir düş sadece.
Operanın önündeki simitçi çocuk meğer karnesini almış, geçmiş sınıfını, “küstüm sana, sormayı unuttun karnemi” dedi. Üzüldüm, tutmuştu verdiği sözü ama şimdi gereksizleştirildiğini düşünüyordu, önemsenmediğini. Minicik bir düşün yaptığına bak, gereklilik kipindeki tüm cümleleri talan etmiş, saçma bir düş işte. Adımlar hızlanır, yavaşlayan yaşamın nabzına inat adımlar hızlanır ve daha sert basar yere. İnsan yüzleri belirginleşir, korna sesleri duyulur hale gelir, kalabalığa karışırsın. İnsan ne gariptir, bilir, bilir ama yine de susar bazen. Ses çıkarmaz. Bakmak gerekir, baktığını görmek gerekir, dokunmak, duymak, duyumsamak gerekir. Bütün bunlar olur, olursa adı sevgi konur. Ama ya görünmeyene, duyulmayana, bilinmeyene duyumsanana ne denir ? Düş. Sadece minik bir düş… Gün gelir düşün içinde gerçekten umut varmış, görürsünüz. Umudun bittiği andaysa bu kez düş değildir, sensindir düşen kendi göğünden. Kendi mavi göğünden gerçek yaşamın bozkırına. İnceden sızılar için, kelimeler celladı olur düşlerinin. Düşlerin yoktur artık, ama sızılar hala celladın diş izlerinin kaldığı yer. Ussal olana sarılmaya çalışırsın ama bu kez usundan korkarsın. Tanımlasan gerçekliğe dönmesinden korkarsın. Düşken her şey kolaydı, sadece bir düştü ve sadece sana aitti. Düş öldü… Ölümün izi kaldı, kalanın sızısını tanımlasan adı yas olacak ve ussallaşacaktı. O zaman sadece sana ait olmaktan çıkacak ve yönünü arayacaktı. Duyumsanan düşsel imgeden ayrışacak ve artık isimleşecek, zamirleşecek, eylemselleşecekti. O halde tanımlamamalı… Düşsel olanın ardılını kelimelerle buluşturmamalı… ama… us, varolanı yok sayamıyor! Hangi neden, hangi zaman, nasıllar değildi, önemli olan. Asıl, var olan şeydi sadece… Ve buldu yönünü… Sonrası, salt kendine ait değil artık.
Çok sonraları düş öldü ve artık öyle kolayca yazamaz oldum. Sanki bulmaya çalıştığım, sayfalar, ciltler arasında aradığım bir dipnot bilgiydin, bir giriş cümlesiydin belki. Sana rastladığımda öylesine bir kitapçıda, ya da bir sahafta sana dair yazılmış bir cümleye rastladığımda kendimi iyi hissettiğimdi. İşte bu ansızın karşıma çıkıveren duygu bozgunu, bana ezberlerimi unutturuyordu. Kendime söylediğim onca akılcı, ağdalı sözleri unutturuyordu. Senin hiç aklına bile gelmezken ve hatta benim bile aklıma gelmezken öyle bozgunlar yaşıyordum ve belleğimde iklimler değişiyordu. İşte bu durum bana iyi geliyordu. Belleğim ağır uykudayken belki de uyanmak isteğimdin sen. Ya da kendimi yalnız ve güçsüz hissettiğimde ve vazgeçmek isteği gelip çöktüğünde yüreğime sen bir şekilde karşıma çıkıyor ve itici gücüm oluyordun. Tüm bunlardan senin haberin yoktu, tüm bunları yarattığından haberin olmuyordu. Tüm bunları yaratmak için herhangi bir bilinç durumun da olmuyordu elbette, zaten bunları da sen yaratmıyordun. Tüm bunları yaratan benim sende gördüklerimdi ve bu gördüklerimi ise ben yaratıyordum. Her ilişki böyle değil midir biraz da yani biz karşımızdakine nasıl bir anlam yüklediysek onu bu çerçevede değerlendirmez miyiz ? Sana çok yakın olsam belki tüm bunların aksini de görmem mümkün. Senin sadece benim belleğimde yaşayan bir roman kahramanından farksız olduğunu görmek de olası ya da düşlerin de ötesinde düşler kurdurabilen biri olabilmen de mümkün. Bilemiyorum; tek bildiğim sana yazmanın, seni duyabilmenin bana iyi geldiği.
Ad koyunca bazı şeylere öldürüyorsunuz onları. Onlar sadece adsız olarak yaşayabilenler. Tanımsızlar, rasyonel değiller çünkü. Sanırım biz insanlar sadece ussal olanı tanımlayabiliyor ve tanımlayabildiklerimizi adlandırabiliyoruz. Tanımlayamadıklarımız usumuzun kabul edemediği, var sayamadığı ve/veya göremediği şeyler belki de. Ben de seni tanımlayamıyorum, ussal değilsin, sadece varsın. Sana ad koyarsam ölürsün. Sen düş de değilsin benim için bu yüzden belleğimi sarsıyorsun o anda gerçeğe dönüşüyorsun ama tanımlayamadığım bir gerçeğe. Ad koyamam sana, düş bile diyemem bu yüzden, ad koyarsam ölürsün…
14 Temmuz 2010, Ankara
Güler Kalay
Bir cevap yazın