Şurada bi yalnızlık olacaktı. Şurada işte görmüyor musun, tavanla iki duvarın birleştiği köşede, oraya bırakmıştım. Onu tanımadan önce bırakmıştım oraya. Her gün karşısına geçip soğuk bira içer, kalitesiz tütün sarardım. Ben geldiğimde hep susardı başlarda, sonra konuşmaya bir başlardı, susturamazdınız. “ Bu ay kombiyi fazla yakmasaydın” derdi mesela.”Keşke Bulantı’yı bir kere daha okusaydın Sartre’ı özledim. Keşke sabah altıda kalkacağını bile bile içmeseydin o kadar çok. Keşke sevmeseydin o adamı o kadar, o kadar. Keşke kredi borcunu ödeseydin zamanında. Keşke daha sık arasaydın anneni o ölmeden.” diye diye… Sıkıldığımı anladığında açmazdı keşke muhabbetini.” Naber?” der susardı. “Nasılsın?” der daha çok susardı. Öfkeden deliye dönüp bi şişe şarabı suratının ortasına indirdiğimi hatırlıyorum bir keresinde. O zaman da beni bir hayli zorlamıştı. “Herşeyi böylece bırakıp gidemezsin!” demişti bağıra bağıra. Ki sesini yükseltmesinden nefret ettiğimi bilir. Balkondan sokağın ortasına atılmış ılık kokulu su sızdıran çöp poşetleri kadar nefret ederim sesini yükseltmesinden, soğuk hastane koridorlarının duvarlarındaki mavi yeşil şeritler kadar nefret ederim. Çünkü sesini duyabildiğiniz birinin ya da bir şeyin tonunu yükseltmesinden duyduğunuz rahatsızlık, hiç duymadığınız bir başkasınınkinden daha azdır. Daha siliktir. Daha önemsizdir. Bunu bildiği için parçalamıştı kulaklarımı o gün. Bazılarının sizi sizden daha iyi bilmesi o kadar da iyi değildir.
“Her şeyi öylece bırakıp gidemezsin!”
Her şeyden kastı haftada bir kafaları dağıttığımız dostumun kendini bulma çabası içerisinde şehir değiştirirken elime tutuşturduğu adını bilmediğim bir çiçeğin saksısıydı. Her şeyden kastı nasıl yaşadıklarına hala şaşırdığım bulanık renkli suda yüzen rengarenk balıklardı. Her şeyden kastı yatağımdı, kitaplarımdı, buz dolabımdı. Sahi her şeyden kastı neyimdi? İnsan ne zaman anlar sahibi olduğu sandığı şeylerin aslında “sahip” olduğunu? Kuru bir saksının bile gidip kalması üzerinde söz sahibi olduğunu?
Günlerce susmuştu sonra, belki aylarca susmuştu bilmiyorum, sustuğunu da duymamıştım. Onu o bahsettiğim köşede bırakıp sokaklara salmıştım kendimi. Kütüphanelerde sabahlamış, bar taburelerinde sabahlamış, arkadaş evlerinde sabahlamış, onu saksımla ve buzdolabımla yalnız bırakmıştım. Geri geldiğimde çiçekler kupkuru büzülmüştü, balıklar suyun yüzeyine çıkmıştı yan dönüp. Buzdolabının kapağını açamamıştım kokudan. Geri geldiğimde sahibi olduğum şeyler, üzerimde hak iddia etmeyi de bırakmıştı, ben de gitmekten vazgeçmiştim. Hep böyle olur. Bir şeyi yapmayı çok istediğinizde önünüze çıkan engeller, kendilerinden bir şeyleri feda ederek ortadan kaybolduğunda, artık o şeyi yapma hevesi de kaybolur. Yapamazsınız. Bunun için suçlayacak bir şeyiniz de kalmadığından daha sinir bozucu bir hal alır her şey. Hem istediğiniz olmamıştır, hem de “popo” gibi kalmışsınızdır ortada. Her neyse.
Geri geldiğimde o köşenin karşısındaki masamda yine soğuk biramı içer, kalitesiz tütünümü sarar, bin adet basılıp doksan sekiz adet satılan kitapların doksan dokuzuncusunu elimde çevirirken “Nasıl okumazlar bunu?” adı altında muhabbet ederiz diye düşünmüştüm. Bu defa çok susmuştu. Sessizliğin suçluluğa dönüştüğü saniyenin onda biri kadar süren kısa bir zaman dilimi vardır. O anı yakalarsanız karşısında sustuğunuz her kimseye istediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz. Büyük bir devlet başkanı da olabilir sustuğunuz kişi, bir çocuk da, akli dengesi yerinde olmayan bir ressam da, aşık bir kadında. O an ona istediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz. İnsan ilişkisi önemli olan bütün mesleklerin okullarında öğretilir bu kural, ben de öğrenmiştim. O gün. Suçluluk duygusunu vücudumun hangi damarlarında dolaştığını hissedecek kadar fazla saçma eğitim almıştım ve çok fazla canım yanıyordu. Tam da o zamanlarda “Seni çok seviyorum” diye bir ileti almıştım başka bir sessizlik erbabından, sorgulamıştım. Bazılarına doğuştan verilir her şeyi sorgulama laneti, o bazılarından bir kaçı çok sosyalist olur, bir kaçı çok aşık, çok meczup, bazıları çok ölür, bazıları çok kalem erbabı olur, bazıları çok büyük şeyler yazar.Bazıları birkaç tanesi birden olur, onları hepimiz tanırız ama isim vermeyeceğim şimdi. “Seni çok seviyorum” u sorgulamıştım ben de. Zihnimde bu üç kelimenin bütün harflerini ayrı ayrı zindanlara hapsetmiş, Kabil’in ondan doğan bütün kötü evlatlarının cehennemde görüp göreceği azabı tek tek mürekkep altı işlemiştim. (Ve aramızda kalsın en çok bu üç kelimeyi sorgulamayı sevdim.) bütün harfleri birbirinden bağımsız hareket etmeye söz verdirtmek üzereyken bağırdı köşeden:
“Bu defa farklı bişey yap!”
Yine yükselmişti hiç duymadığım ses. Yine vardı fakat, ben deli değilim.
Sonraki günlerde elimde çiçeklerle geldim eve. Saksıdakini canlandırmayı da başardım.Bir daha hiç yeni balık almadım. İletinin sahibiyle sevişmelerimize şahit oldu köşeden, ona hazırladığım sürprizlere şahit oldu, afilli şarap kadehlerine, hiç sorgulamadığım “Seni seviyorum” lara. Aptal aptal telefon konuşmaları yaptım yanında, kahkahalarımı sıklaştırdım. Tütün sarmaktan ve okunmayan kitaplar okumaktan vazgeçtim. Alışveriş merkezlerinde yorulmaya başladım, şahane dizelerin peşinde koştuğum siteleri sildim favorilerden. Hit şarkıların sesini açıp dans ettim sabahları kahvaltı hazırlarken, çekirdek çitleyip medya maymunlarını izledim sabaha kadar.
Bir sosyal paylaşım sitesinden fırlayan Michelangelo tuttu bu sabah yakamdan, bir cümleyle silkeledi üzerimdeki bütün kefaşe insani artıkları. Bütün fahişeler üç kat silikonlu sütyeniyle gözlerini süzüp bakan ve güneşli bir günde seni sevdiğini söyleyen süslü kadınlardan daha onurludur. Bunu Michelangelo söylemedi. Michelangelo’nun ne söylediğini hatırlamıyorum.
Şimdi Serenad Bağcan ve Fazıl Say çok iyi bildiğim bir şeyler üzerine sesiz sessiz arka fonda çalarken tuşlarımı duyup geleceğini biliyorum. Omzumun üzerinden yazdıklarıma burun kıvıracağını, hadi Kieslovski izleyelim deyip kolumdan çekiştireceğini, o adamı sevme o kadar artık diye iç çekeceğini…
Başkalarının kötü arkadaşlar, kötü alışkanlıklar, kötü aşklar diye tarif ettiği şeylerin içine kötü yalnızlıkların da dahil olduğunu biliyorum. Fakat ne kadar taktık ki “penis” imize de başkalarını.
Ahh Michelangelo…
Serenad Bağcan-Fazıl Say : Sordum Sarı Çiğdeme
Bir cevap yazın