Kimilerince İslam dışı ve İslam’dan bağımsız bir olgu olduğu varsayılsa da, bu çalışmada tasavvufun, “İslam’ın Felsefesi” olduğu düşüncesi ile hareket edilmektedir. Eseri Mesnevi’yi, “Kur’an-ı Kerim’den bir damla” olarak tanımlayan Mevlana, eserini bir Kur’an tefsiri olarak niteler. Eserin Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılan çevirisinde, Mevlana şöyle der: “Ben Kur’an’ın kölesiyim. Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum. Eğer benden, bunun dışında bir şey nakleden olursa ben o sözden de, o sözü nakleden kişiden de şikayetçiyim”. Çalışmada başvurulan referansların, sufilerce rehber kabul edilen Kur’an’dan ve kılavuz kabul edilen Muhammed’in, söz ve eylemlerinden(sünnet, hadis) seçilmesine dikkat edildi.
Mustafa Kara’nın, “Osmanlılar’da Tasavvuf ve Tarikatlar” adlı eserinin girişinde yaptığı tasavvuf tanımı, konuya giriş için temel bir önbilgi içermektedir:
“Kısaca İslam dininin kalbî, ruhî, ahlakî, bediî ve terbiyevî yönlerini kendine has teknik ve metodlarla işleyerek örnek insan, iyi müslüman, gönül adamı tipini gerçekleştirmek isteyen faaliyetin adı tasavvuftur.”.
En genel tanımı ile “İslam’ın felsefesi” olarak açıklanabilecek tasavvuf sözcüğünün anlamına geçmeden önce, kimi sufilerin “Tasavvuf nedir?” sorusuna verdikleri yanıtlara göz atmak yararlı olabilir.
Mevlana: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.”
Cüneyd Bağdadi(öl. 909): “Sulhu olmayan bir savaştır. Dağınık olmayan zihinle Allah’ı zikretmek, sema ile vecde gelmek, sünnete uygun bir şekilde amel etmek, maddi şeylerden ilgiyi keserek Allah ile beraber olmaktır. Vakitleri muhafaza etmektir. Hakk’ın seni sende öldürmesi, kendisi ile diriltmesidir. Halka uyma kibrinden arınmak, süflî huylardan ayrılmak, beşeri ve âdi vasıfları söndürmek, nefsanî davalardan uzaklaşmak, ruhanî vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakiki ilimlere sarılmak, daima en uygun olana göre hareket etmektir. Herkese nasihatte bulunmak, Allah’a elest bezminde verilen söz üzerinde samimiyetle durmak, Resûlüllah’a ve şeriatına uymak.”
El Herevî El Hanbelî: “Tasavvuf ahlaktır, muhabbet ise sufilerin alameti ve tarikatın unvanıdır.”
Hasan Kazzaz: “Üç şey üzerine kurulmuştur: Zaruret olmadıkça yememek, uykuya mağlup olmadan uyumamak, mecburiyet olmadan konuşmamak.”
Nasrabazi(öl. 977): “Kitap ve sünnete dört elle sarılmak, heva-heves ve bidatlere tabi olmamak, şeyhlere hürmet etmeye büyük değer vermek, halkın özürlerini kabul etmek, vird ve zikre devam etmek, ruhsat ve te’villere göre hareket etmeyi terketmektir.”
Maruf Kerhî (öl. 815): “Hakikatleri almak, halkın elinde bulunanlardan ümidi kesmektir.”
İbn Nüceyd: “Emir ve yasaklar altında sabretmektir.”
Ebu Bekir Şiblî: “Karşılıklı dostluk, sevgidir. Hiç bir kaygı duymadan Allah ile beraber olmaktır. Yakıcı bir ateştir. Duyu organlarını zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. Tasavvuf şirkdir, ortaklıktır. Çünkü tasavvuf kalbi masivadan muhafaza etmektir, halbuki masiva diye bir şey yoktur.”
Ruveyn b. Ahmed Bağdadî(öl. 915): Kendini Allah’ın murad ettiği şey üzerine bırakıvermen, O’nun iradesine mutlak olarak teslim olmandır. Üç esas üzerine kurulmuştur: Fakr; Allah’a muhtac olma esasına yapışmak, bezli, isar ve cömertliği gerçekleştirerek bunu kendi vasfı haline getirmek. Allah’a teslim olarak, ihtiyar ve itirazı terketmektir. Canını bağışlamaktır. Bunu yapmadınsa sufilerin hezeyanlarıyla hiç uğraşma.”
Semnûn Muhib(öl. 909): “Hiç bir şeye sahip olmaman, hiç bir şeyin de sana sahip olmamasıdır. Cömertlik, fakr ve hürriyettir. Nefse kul, Şeytan’a zebun olmamaktır.”
Muhammed b. Ali Kassab: “Şerefli bir zamanda, şerefli bir insandan, şerefli bir toplulukta bulunurken zuhur eden şerefli huylardır.”
Ebu Hüseyin Nurî(öl. 907): “Makamı yaymak ve kıyama hazır olmaktır. Nefsin nasibini terketmek, Hakk’ın nasibini aramaktır. Hürriyettir, fütüvettir, cömertliktir. Ünvan ve bilgi işi değil, ahlaktan ibarettir.”
Cerirî(öl. 923): “Güzel ve iyi olan bütün huylara sahip olmak, çirkin ve adi huyların hepsinden sıyrılmaktır. Halleri murakebe etmek, edebe sıkı şekilde sarılmaktır.”
Mümşad Dineverî(öl. 911): “Masivadan uzak durmak, bilinmeyeni tercih etmek, hayırlı olmayan şeylerden sakınmak.”
Ebu Amr Dımışkî(öl. 931): “Alemi noksan görmektir. Hatta aleme karşı gözü kapatıp noksan olmayan varlığı müşahede etmektir.”
Ebu Hafs Haddâd(öl. 878): “Edepten ibarettir.”
Müzeyyin(öl. 939): “Hakk’a boyun eğmektir. Şeriatın ahkamı önünde eğilmek ve ona riayettir.”
Ebu Sehl Sulukî: “İtirazdan vaz geçmektir.”
Amr b. Osman Mekkî(öl. 903): “Kulun, her vakitte, o vakit içinde yapılması en uygun olan amel ve ibadetle meşgul olmasıdır.”
Ali b. Sehl İsfehanî: “O’ndan başkasına boş vermektir. Hakk’ın gayrından uzak, masivadan ıraklıktır.”
Muhammed Mukrî(öl. 988): “Hallerin Hakk ile aynı istikamette olmasıdır.”
Ebu Hasan Sayrafî(öl. 969): “Yaratıklara bağlı kalmayı tamamen ortadan kaldırmaktır.”
İbn Ata(öl. 979): “Hakk’la beraber istirsaldir(kayıtsız şartsız teslim olmaktır)”
Ebu Yakup Nehrecorî(öl. 941): “Beşeri vasıfların yok olmasıdır(adi duyguların son bulmasıdır)”
Ebu Said Arabî(öl. 951): “Fuzuli işleri terketmektir.”
Ebu Bekir Tamestanî(öl. 952): “Bir ızdıraptır, rahat ve sükunun bulunduğu yerde o bulunmaz.”
Ebu İshak Kazerunî(öl. 1034): “İddiaları terk, mânâları gizlemektir.”
Gazalî(öl. 1111): “Kalbi Hakk’a bağlayıp, masivayla ilgiyi kesmektir.”
İbn Cellâ: “Bir hakikattir. Resmi ve şekli yoktur, (şekil, kıyafet onun aslında yoktur.)”
Ebu Abdullah b. Hafif(öl. 942): “Kadere sabır, Hakk’ın verdiğine rıza, hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır. Kalbi, beşeri işlerle içiçe olmaktan tasfiye etmek, tabiî huylardan ayrılmak, insanî sıfatları söndürmek, nefsanî iddialardan uzak durmak, ruhanî sıfatlarla bezenmek, hakikat ilimlerine bağlanmaktır.”
Bundar b. Hüseyin Şirazî(öl. 966): “Ahde vefa etmektir(Elest bezmine sadık kalmaktır).”
Ebu Hasan Buşencî(öl. 958): “Emeli bırakıp, amele devam etmektir”
Sehl b. Abdullah Tusterî(öl. 896): “Az yemek, Allah’ın huzurunda rahata kavuşmak, insanlardan kalben uzaklaşmaktır.”
Ebu Said Mihenî: “Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır.”
Kuşeyrî(öl. 1072): “Birsam hastalığına benzer. Evveli hezeyandır, sonu sükundur. Temkin haline ulaşılınca dilsiz olunur.”
Ebu Muhammed Kurtaiş(öl. 939): “İşin güçleşmesi, karışık hal alması ve nihayet gizlilik kazanmasıdır.”
Cafer Huldî(öl. 959): “Şerefli bir ahlaka doğru yükselmek, kötü ahlaktan yüz çevirmektir.”
Fazlullah b. Ahmed(öl. 1048): “Ubudiyete nefsi terk etmek, rububiyetle kalbi bağlamak, bütünüyle Allah’a bakmaktır.”
Ebu Necip Suhreverdi(öl. 1188): “Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu mevhibedir.”
Ebu Bekir Kettanî: “Ahlaktır. Seni ahlaken geliştiren tasavvuf, kalp safası yönünden de geliştirmiş olur.”
Ebu Hasan Nurî(öl. 907): “Ahlaktır. Şekil ve ilim değildir.”
Bu tanımlardan başka, “Olanlar Şeyhi” olarak bilinen 17. yüzyıl sufilerinden Melami İbrahim Efendi’nin kaleme aldığı manzum tarifin kimi beyitleri aşağıdadır:
“Tasavvuf, toprak ve sudan ibaret olan suretten temizlenmektir. Varlığından soyulan derviş, cismini saflaştırarak, Allah Taâlâ’nın, nuru olur.
Tasavvuf, gönülde mutlak nurlardan bir ışık yakarak, aşk ateşiyle yanıp tutuşmaktır.
Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürerek, varlığından geçmektir.
Tasavvuf, büyük bir hayret ve dehşetle kendinden geçmek, Hakk’ın nâmütenâhi esrârı karşısında hayran kalıp ürpermektir.
Tasavvuf cihanın bütün zerrelerinde Hakk’ı müşahede etmektir. Sufi güneş gibidir. İnsanları zulmetten nura ulaştırır.
Tasavvuf, Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerine bütün gücüyle bağlanmak ve ölünceye kadar bu inancını devam ettirmektir.
Tasavvuf, Hakk’ın ilmine kalbini mahzen etmektir. Ledünni ilme sahip olmak ve bu suretle beşeriyete faydalı hale gelmektir. Bu sayede bir katreden ibaret bulunan sufi umman haline gelmiş olur.
Tasavvuf Allah Taâlâ’ya kul olmak, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şeriatını gönülde bir delil olarak yaşatmaktır.”
Bu tanımlamalarda tasavvufa çok farklı açılardan yaklaşılsa da göze çarpan önemli bir olgu ahlaktır. Tanrı, Kur’an’da peygamberine hitaben: “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin”(Kalem – 4) demektedir. “Din güzel ahlaktır”(Deylemî) diyen Muhammed, bu konunun önemine işaret etmiştir. Abdülkadir Geylani, sufinin özelliklerini açıklarken: “Kendisine zulmetse dahi hiç kimseye beddua veya lanet etmez. Çünkü bu durum, salihlerin ve sıddıkların tutumudur. Ayrıca o, bütün insanlara karşı sevgi, şefkat ve muhabbet beslemelidir” der. İbn Arabi’nin “el-Vasâyâ” adlı eserinde şu ifade yer alır: “Bütün insanlığa merhamet etmelisin, her halükarda onları gözetmelisin. Çünkü onlar Allah’ın kulları, yaratıklarıdır. Asi olsalar dahi…Böyle yaparsan sevap kazanırsın.” “…yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” diyen Yunus, yaklaşımı özetler. Tasavvuf, “yol”u kişisel bir süreç olarak ele alır. Bu nedenle, “Kendi nefsine karşı zorlayıcı ol, başka nefislere karşı değil” düsturu önemlidir. Çünkü kişinin kendisini yenmesi zordur ve asıl mücadele, kişinin kendisine karşı verdiğidir. “İki şeyi unutun; size yapılmış kötülük, ve sizin yapmış olduğunuz iyilik” Hadis-i Şerif’inde, Muhammed, müslümanları bu zor savaşa yönlendirir. Aclunî’den aktarılan şu anekdot ilgi çekicidir: Yengiyle sonuçlanmış bir savaştan dönüşte, zaferin sevincini yaşayan sahabeler (Muhammed zamanında yaşayıp, Muhammed’i görmüş müslümanlar), Muhammed’e neden kendileri gibi sevinçli olmadığını sorduklarında şu yanıtı alırlar: ”Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz, bu da kalp cihadıdır”. Muhammed’in altını çizdiği büyük savaş, yani asıl savaş, kişinin kendisine karşı başlattığı savaştır. Sufilere göre kişi, kendisine karşı verdiği savaşı kazanırsa, zaten karşısında düşman bulamayacaktır. Dostoyevski’nin: “Tanrı ile Şeytan’ın savaşı, insanın kalbinde sürer” cümlesi, Muhammed’in ve O’nu örnek alan sufilerin yaklaşımlarıyla hoş bir benzerlik içerir. Kişinin kendine karşı yürüttüğü bu savaş, tam bir teslimiyeti gerektirir. Teslim olmanın ölçüsü de, Tanrı’nın istediklerini yerine getirmektir. Tanrı; Ali-İmran Suresi’nin 134. ayetinde: “Onlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” İstediklerini belirtir. Müslüman; teslim olmuş kimsedir. “Muhammed’in dini İslam, her kabul edenin Allah’a varoluşunu teslim etmesi olarak bilinecektir; müslüman, bütün varlığını yaratıcıya teslim eden kişi demektir.” Bu noktada, tasavvufun, üzerine temellendiği ve sufilerin yaşamlarını kendisine göre düzenledikleri, Kur’an’ın temel önermelerine göz atmak gerekmektedir.
İslam inanışına göre Tanrı, tüm evreni ve dünyayı yaratmış ve sonra da insanı var etmiştir. İnsanı yaratma işi bittiğinde ona kendinden bir “öz” (ruh) üflemiştir: “…Ona ruhumdan üfledim…”(Sad Suresi – 72. Ayet). “Yunus’un “Bir ben var bende benden içeri” dizesinde işaret ettiği, “ben” den içre olan “ben”, bu “öz”dür tasavvufa göre. Delphoi kentindeki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazan “Kendini Bil!” cümlesi, Muhammed’in: “Kendini bilen Rab’bini bilir” hadisiyle dikkat çekici bir benzerlik içerir. Yunus’un diğeri kadar bildik bir başka dörtlüğündeki: “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsen / Ya nice okumaktır” dizeleri de aynı “öz”e ilişkindir. Hacı Bektaş Veli’nin: “Hararet nardadır, sacda değildir / dervişlik baştadır, tacda değildir / ararsan Mevla’yı kendinde ara / Kudüs’te Mekke’de, hacda değildir” dizeleri de, aynı “öz” e başka sözcüklerle işaret eder. Bir diğer sufi Hacı Bayram Veli’nin: “Bilmek ister isen seni / can içinde ara canı / geç canından bul anı / sen seni bil sen seni” dizeleri de, bu “öz”e gönderme yapan bir başka örnektir. Örnekleri çoğaltılabilecek bu yaklaşıma, Sokrates’ın “Kendini Tanı” öğüdüyle içerdiği koşutluk hatırlatılıp son verilerek, İslam’ın temel savunularına göz atmaya devam edilecek olunursa: insan, kendisine emanet edilen bu “öz” ile, “Eşref-i Mahlukat” (yaratılmışların en şereflisi) kılınmıştır. En güzel şekilde yaratılmış olan insan, Tanrı’nın, yeryüzündeki halifesidir. “Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.” kudsi hadisinde, peygamberinin dilinden, insanın yaratılış nedenini açıklayan Tanrı; insana, hayvanlardan farklı olarak “akıl” ve “vicdan” yetilerini vermiştir. Bu iki yetisini layıkıyla kullanan insan, Allah’ın varlığını idrak edecek ve bu idrak sonunda da, yaratılış amacı olan Allah’a kulluğu yerine getirecektir. Zariyat Suresi’nin 56. Ayetinde: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” denmektedir. Dolayısıyla; insanın yaratılış amacı Tanrı’ya kulluktur. Aynı surenin 20. ve 21. ayetlerinde: “Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz?” diyen Tanrı; insanın, idraki için gereksindiği delillerin, sadece dışarısında değil, kendisinde de bulunduğuna işaret eder. İnsanın dünyada bulunuşunun boş yere ve amaçsız olmadığına dair diğer ayetler şunlardır: “Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz boşuna yaratmadık.” (Sad – 27). ”Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”(Mü’minun – 115). Sınanmak üzere yeryüzüne indirilmiş olan insan, suret perdesini aralayıp manaya ulaşabilirse, sınavı başarıyla geçip, kurtuluşa erenlerden olacaktır ve Kuran’da vaadedilen ödül(ler)e kavuşacaktır: “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! ”(Bakara – 155) . Al-i İmran Suresinin 104. Ayetinde: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun, kurtuluşa erenler işte onlardır.” denmektedir. Casiye Suresi’nin 21. Ayetinde, sınanma ve sonucuna dair: “Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” denmektedir. Kendisine emredildiği gibi “iyi” olan, başkalarının haklarına tecavüz etmeyen, men edildiklerinden uzak durup, emrolunduklarını gerçekleştiren kişi, kendisine vaadedilen ödüle kavuşacaktır. Bunun tersi ise ”…dehşetinden baldırların yarılacağı …”(Kalem – 42) , “…çocukları ihtiyarlatacak…” (Müzzemmil – 17) denli dehşetli bir ceza günüdür. Ve bu şiddetli günden korunabilmek için, aklın kullanılması gerektir. Akıl, insanı “hakikat”e ulaştırabilecek olan önemli bir anahtardır. Kur’an’da, aklın kullanılması ile ilgili ifadelere pek çok yerde rastlanır: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.”(Bakara – 164). “O kâfirlerin hali, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın haline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.”(Bakara – 171). “İşte akıllarınız ersin diye, Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.”(Bakara – 242). “Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir. Ve bunu ancak temiz akıllılar anlar.”(Bakara – 269). “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.”(Al-i İmran – 190). “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesidir. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi?”(Kasas – 60). “Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?”(En’am – 32). “…Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?”(A’raf – 169). “Gerçekten de onların kıssalarında akıllılar için bir ibret vardır. Bu Kur’ân uydurulmuş herhangi bir söz değildir. Lâkin kendisinden önce gelen kitapların tasdiki her şeyin ayrıntılarıyla açıklayıcısı ve iman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir.”(Yusuf – 111). Ne var ki akıl anahtarı, tek başına kullanıldığında insanı “hakikat”e ya da kurtuluşa ulaştırmada başarılı ol-a-maz. “Hakikate sadece akılla ulaşılmaz.” diyen Mevlana, bu noktaya işaret eder. “Hakikat” e ulaşmak ve kurtuluşa erenlerden olmak için, akıl kadar gerekli olan bir diğer şey, kalbin temizlenmesidir. Kalbin temizlenmesi ve iyi olan “öz” ün ortaya çıkarılması için gereken ise; yapılması zorunlu ibadetleri (farz) yerine getirmek, nefis tezkiyesi denilen öz-terbiye yoluna gitmek ve, bunları gerçekleştirdikten sonra başarılabilecek olan, ahlakı düzeltmek ve haddi bilmektir. . Tasavvufun temel düsturlarından biri olan: “Az ye, az uyu, az söyle”, bu amaca yöneliktir. Çünkü insana dünyada ‘doyum’ verilmemiştir. ‘Doyum’ un gerçekleşeceği yer, ‘cennet’ yani sınavı geçenlere vaadedilen ödül yeridir: “İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”(Bakara – 82). “De ki, size, o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar için Rab’lerinin yanında cennetler var ki, altlarından ırmaklar akar, içlerinde ebedî kalmak üzere onlara, hem tertemiz eşler var, hem de Allah’dan bir rıza vardır. Allah, o kulları görür.”(Al-i İmran – 16). “İşte onların mükafatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükafatı ne güzeldir!”(Al-i İmran – 136). Dünya’da ‘doyum’dan men edilen insan, doyamayacağının idrakine varmalı ve her şeyden yeteri kadar alarak, ölçülü olmalıdır. Çünkü yaratılış itibarıyla kötüdür, iyi hale gelebilmesi için çaba harcaması gerekir. Mevlana; insanı dikenler ve çalılarla kaplı bir gül bahçesine benzetir. Nefis tezkiyesi, dikenlerin ve çalıların temizlenmesidir. Nefis tezkiyesi gerçekleştirildikçe, gül bahçesi tüm güzelliğiyle ortaya çıkacaktır. İnsanın bu “kötü” olma haline dair, Kur’an’dan verilebilecek kimi örnekler şunlardır: “Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim – 34), “O kahrolası insan, ne nankör şey.”(Abese – 17), “Doğrusu insan çok cimridir.”(İsra – 100), “Şüphesiz insan, Rab’bine karşı çok nankördür. Ve kendisi de buna şahittir. Gerçekten o dünya malını sevdiği için çok katıdır.” (Adiyat – 7,8,9), “Ve şayet insana kendimizden bir rahmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör bir kimse olur. Ve şayet ona dokunan sıkıntıdan sonra bir nimet tattırırsak, ‘Artık benden bütün kötülükler silinip gitti’ der, mutlaka böbürlenir ve şımarır.”(Hud – 9-10). Bu kötücül özelliklerinden uzaklaşıp “insan-ı kamil” (olgun insan) olma yolunda ilerleyen insan, ilahi güzelliklerin kendisinden yansıyacağı bir hale gelecektir. Kendisine verilmiş bu yetileri (akıl ve vicdan) kullanmayan insan ise, dünyada mutsuz ve huzursuz olacağı gibi, ahirette ise korkunç bir azaba uğrayacaktır: “…Bunlara dünyada zillet, ahirette de büyük bir azap vardır.”(Bakara – 114).
İşte tasavvuf, dinin vaadettiği bu (kurtuluş) amaca erişmek için gereksinilen bir metoddur. Tasavvuf’a göre, duyularımızla algıladığımız alem, görünen alemdir. Bunun dışındaki alem olan mana alemini algılamak içinse akıl ve duyular yeterli değildir. Nefis tezkiyesi geliştirildikçe ya da Freud’un ifadesiyle “süper-ego”nun “id” üzerindeki kontrolü güçlendirildikçe, bu alemin kapıları kişiye açılır. Tasavvufun, genel dini algıdan ayrılmasını sağlayan en belirgin özelliği, Sad Suresinin 72. ayetinde altı çizilen “…Ona ruhumdan üfledim…” ayetidir. Her insanda bulunan tanrısal “öz” ile, tüm insanlar eşit kılınmıştır. Hallac-ı Mansur’a “Ene’l Hakk” dedirten de bu ‘öz’ dür. Yoksa Mansur, ortalarda ‘Ben Tanrı’yım’ edasıyla dolaşan biri değildir. O, aşk ile yanıp kendi varlığından geçmiştir ve O’nun dili aracılığıyla konuşan, Tanrı olmuştur. Aslında Tanrı’dan başka hiç bir şey yoktur (vahdet-i vücut). İnsan damladır, Tanrı ise umman. Tasavvufi kabule göre, insanlar, bir tarağın dişlileri gibidirler ve aralarındaki fark ancak Tanrı’ya karşı duydukları sevgi ve korkuyladır. Tanrı, Kur’an’ı, insanlara kurtuluşa ulaşabilmeleri için bir rehber olarak göndermiştir. Ancak bu rehberden yararlanabilmek için çaba harcamak gerekir, işte tasavvuf, bu rehberden gereğince yararlanabilmek için gereksinilen bir uygulamadır.
Tüm varlık, Tanrı’nn tecellisidir. Muhammed’in: “Tanrı vardı ve O’nunla birlikte hiç bir şey yoktu” sözü üzerine: “Hala da öyledir” diyen (Hz.) Ali’nin işaret ettiği de budur. Tanrı’dan başka bir şey olmadığı düşüncesi ‘Vahdet-i Vücud’ dur. Bu anlayışa göre Yaratan, ezelden beri varolan yani ‘kadim’, evren ise sonradan olan yani ‘hadis’tir. Her şeyin yaratıcısı Tanrı’dır. Bu yüzden tasavvuf, varlığın tümünden, bütünlüğünden söz eder. Buna göre evrendeki varlıkların her biri Tanrı’nın görünümleri olduğundan, insan onların bilgisine – dolaylı yoldan bir nevî Tanrı’nın bilgisine – ancak kendi içine dönerek ulaşabilir. Tasavvuf; düşüncedir, feyzdir. Amaç ‘Fena Fillah’ yani Tanrı’nın varlığında erimek, kendi varlığından kurtulmaktır. Çünkü ruh, bedenin içinde hapistir. Mevlana’nın deyişiyle; “Can kuşu ten kafesinde esir” dir. Tasavvufun konusu ‘Aşk’ tır, ‘Aşk’; ‘Kadim’ (ezeli) olanla ‘hadis’ (sonradan) olanın bir araya gelişidir. ‘Hadis’ olan, ‘Kadim’ olandan ayrı düşmüştür, maşukunu aramadadır. Bulunduğu ‘hal’ içinde onu algılaması mümkün değildir. Ancak, tecelliyatını sezebilir. ‘Maşuk’una karşı edebi öğrenmelidir. Bu edebin kaynağı Peygamber’dir. Tasavvuf; ‘Aşk’sa, bu ‘Aşk’ edepse, edebin öğretmeni de Peygamber’dir. Tasavvufa konu olan aşk budur. Tasavvufun İslam’la bağı da bu noktadadır. Çünkü Peygamber, İslam Peygamberidir. Bu nedenle tasavvuf, İslam’dan ayrı olarak bir alem haritası çizemez.
“Tasavvufi gerçeklik görüşü Kur’an ve Hadis’ten kaynaklanır; ancak bu görüş sufi yol gösterici ve bilgeler tarafından genişletilmiş ve belli bir düzene sokulmuştur. Tasavvufi görüş, insanların Allah karşısındaki durumlarını anlamalarını sağlayan bir alem haritası ortaya koyar. Bu, hem insanın ne olduğunu, hem de ne olmaya çalışması gerektiğini izah eder. İnsanları mevcut fiili durumlarından hayatın nihai gayesine, ya da eksiklikten mükemmelliğe götürebilecek bir uygulama ortaya koyar.”
Kaynak:
1)Platon, Devlet (çev: Hüseyin Demirhan), Sosyal Yayınlar, İstanbul 2002, s.257-258
2) Mustafa Kara, Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır, Bursa 2004, s.17.
3) Mustafa Kara,Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi (İstanbul: Dergah Yayınları, 1993), s.27-30
4) Mustafa Kara,Osmanlılar’da Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: Sır Yayıncılık, 2004), s.19-22.
5) Es’ad el-Hatib, Sufiler ve Aksiyon. Çeviren: H. İbrahim Kaçar, Özgür Kavak, Yasin Günaydın. (İstanbul: İnsan Yayınları, 1999). s.8.
6) Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi. Çeviren: Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu. (Ankara: Ayraç Yayınevi, 1998). s.193.
7) William Chittick, Tasavvuf. Çeviren: Turan Koç. (İstanbul: İz Yayıncılık, 2003). s.54.
Bir cevap yazın