Mesleğinde oldukça tecrübeli ve işini iyi yapan bir hekimdi. Uzmanlık eğitimi için gittiği Almanya’nın Hannover şehrinde oldukça büyük bir klinikte çalışmış, özellikle komplike kanser ameliyatları konusunda uzmanlaşmış ve yıllar sonra kendi insanlarına hizmet verebilmek için hevesle ülkesine dönmüştü. Şimdi bir devlet hastanesinde çalışıyor, yurtdışında edindiği deneyimleri ile hastalarına yararlı olmak için çırpınıyordu. Yaşamı hastane ile evi arasında geçiyordu. Günlük iş yoğunluğundan pek kendine ayıracak zamanı olmasa da, o hiç bundan yakınmazdı.
Karısı halim selim kendi halinde bir kadındı. Aslında üniversite mezunu idi ama eşinin peşinde oradan oraya dolaşmaktan bir türlü mesleğini yapma fırsatı bulamamış, sonraları kendini tamamen kızını büyütmeye verince, sonunda ev hanımı olup çıkmıştı. Gerçi artık kızı büyümüş ve şimdi bir büyük şehirde üniversitede okumaktaydı ama o artık mesleğinden iyice kopmuştu.
Eşi söylemese son zamanlarda sesinde bir tuhaflık olduğunu hiç fark etmeyecekti. Aslına bakarsanız eşinin, sesinin kalınlaştığını söylemesini de hiç ciddiye almamıştı. “Uzun yıllar sigara içenlerde ses zaten biraz kalınlaşır” diye geçiştirdi.
Sigara deyince bir an çocukluk yılları gözlerinin önünden geçti. Doğup, büyüdüğü ve ortaokulu bitirdiği o küçük Anadolu kasabasında tek sosyal etkinlik kahvehaneye gitmekti. Tabii bir hafta, on gün hep aynı filmin oynadığı, kasabanın tek sinemasını saymazsak. İşte sigaraya çocuk yaşında o kahvehanelerde başlamıştı.
Ortaokulu bitirdiğinde 14 yaşında ufak tefek, çelimsiz bir veletti. Okul arkadaşlarının çoğu ondan bir iki yaş daha büyük oldukları için daha boylu posluydular. İşte bu yüzden arkadaşları kahvelere kolaylıkla girebilirken, onu küçük olduğu için almıyorlardı. Bütün arkadaşları caka satarak kahvelere girip çıkarken, dışarıda kalmak, öyle kabul edilebilecek bir şey miydi? O zaman bir an önce, evet evet bir an önce büyümesi gerekirdi! Hemen büyüyüvermenin en kestirme yolu ne olabilirdi? Kahveye kimler giderdi? Tabii ki büyükler giderdi. Peki büyükler ne yapar? Sigara içer. O zaman bir an önce büyümenin en kestirme yolu da, derhal sigaraya başlamak olmalıydı! Nitekim öyle de oldu. İşte böyle başlamıştı o küçücük ciğerlerine duman doldurmaya. Daha da kötüsü o gün bugündür hiç ara vermemişti.
Bir gün hastanede öğle yemeği sonrası, keyif kahvelerini içerken, Dr.Oğuz “Ağabey sesinizde son zamanlarda bir çatlaklık var galiba” dedi. “Bilmem öyle midir” anlamında dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırıp, “Geçen gün Nazan da öyle söylüyordu“ dedi. Dr.Oğuz aynı klinikte birlikte çalıştıkları, güvendiği bir meslektaşıydı. “Yahu Oğuz bir türlü bırakamadık şu mereti” dedi, sonra elindeki sigarayı işaret ederek “Aleme verir talkını kendi yutar salkımı” diye güldü.
Birkaç gün sonra Dr.Oğuz dayanamayıp “Abi şu sizin gırtlağa bir baksaydık” diye bastırınca, hiçbir şey söylemeden, “Bu da nereden çıktı” dercesine ellerini iki yana açtı. Ama Dr.Oğuz kararlıydı. “Senden kurtuluş yok” diyerek koltuğa oturdu. Dr.Oğuz, alışkın hareketlerle hastasının dilini tutup, endoskopu ağzına soktu, gırtlağı dikkatle gözden geçirdi. Sonra bir kez daha denedi. Birden Oğuz’un yüz hatları değişti ama bir şey söylemedi.
– Hayrola Oğuzcuğum?
– Şey, sanırım sol kord vokalde bir lezyon var.
Lezyon.. Lezyon.. Bu sözcüğü kendi hastaları için kim bilir kaç bin kez kullanmıştı. O çok sıradan olan bu sözcük şimdi çok farklı bir anlam yüklüydü ve kocaman bir kürenin içinde zıplaya zıplaya duvarlara çarpıp dönen, sonra yine çarpan bir top gibi, beyninde yankılanıyordu: Lezyon.. Lezyon.. Dr.Oğuz bir bahane bulup, suçlu gibi odadan ayrıldı. Zaten mesai de bitmişti.
Eve gittiğinde önce bundan Nazan’a hiç söz etmemeyi düşündü, onu da telaşa vermemeliydi. Ne var ki bu imkansızdı, çünkü duygularını hiç saklayamayan biriydi ve yüzü adeta ruhunun haritası gibiydi, bugüne kadar Nazan’dan hiçbir şeyi saklamamıştı. Eşine lafı hiç uzatmadan “Ses tellerimde bir şey varmış, onun için son zamanlarda sesim biraz kısıkmış” dedi. Nazan pek önemsemedi. Önce şu lezyonu, sonra da kendi hastalarını düşündü, kim bilir şu cümleyi hastalarına kaç yüz kere söylemişti: “Belki her sigara içen kanser olmuyor ama gırtlak kanseri olan hastaların %98 i sigara tiryakisidir.” Gerçekten de gırtlak kanseri olan hastaların tamama yakını hep sigara tiryakileriydi. Sonra kendi kendine mırıldandı: “Şimdi sırada ben mi oluyorum?”
Sabah canı hiç kahvaltı çekmedi. Hastaneye gitti, poliklinikte hastalarına baktı, bütün gün Dr.Oğuz’la hiç karşılaşmadı. Ertesi sabah Dr.Oğuz çat kapı odasına girdi ve “Abi ne zaman direkt laringoskopi yapıyoruz” diye sordu. Birden toparlanamadı, “direkt laringoskopi” sözcükleri, sanki yüzlerce kez yaptığı bir girişimin adı değil de ilk kez duyduğu tamamen yabancı iki sözcüktü. Bir süre yanıt vermedi, sonra şaşkın “Bilmem” diyebildi. Oğuz, otoriter bir ses tonuyla “Yarın ameliyathaneyi hazırlatıyorum” dedi. Söyleyecek bir yanıtı yoktu, Dr.Oğuz’a baktı:
- Lezyon ne kadardı?
- Sol kordda, kara sineğin başı kadar vardı.
Akşam Nazan’a ertesi gün Dr.Oğuz’un kendisinde bir müdahale yapacağını söylediğinde karısı bayağı telaşlandı ve art arda sorular sormaya başladı. Ona direkt laringoskopinin büyük bir işlem olmadığını, Dr.Oğuz’un, sol ses telindeki kara sineğin başı iriliğindeki bir oluşumu alacağını söyleyince, Nazan bayağı rahatladı, “İyi o zaman” dedi. Nazan’a ses tellerinin zaten 2 milimetre eninde bir organ olduğunu, onun üzerindeki sinek başı kadar kitlenin pek hayra alamet olmadığını söyleyemedi.
Sabah aç olarak hastaneye gitti, öğleye doğru planlanan girişim uygulandı. Anestezinin etkisi geçtiğinde, Dr.Oğuz “Ağabey siz birkaç gün işe gelmeyin, evde dinlenin” dedi. Konuşması yasaktı, başını “Anladım” anlamında salladı.
Ertesi günü Dr.Oğuz bir sürpriz yapıp eve geçmiş olsun ziyaretine geldi. Ona tekrar teşekkür ettikten sonra sordu: “Lezyonu tamamen temizleyebildin mi?” Dr.Oğuz, “Sanırım yani umarım” diye yanıtladı. Bunun üzerine tekrar sordu:
- Ön komissur invaze miydi?
- Tam sınırdaydı.
Odada bir süre sessizlik oldu. Ön komissur invaze demek tümörün sadece bir ses teliyle sınırlı kalmayıp, iki ses telini birleştiren parçaya da atladığı anlamına geliyordu. Uygulamada bunun çok büyük bir önemi vardı, şöyle ki; eğer olay bir ses teliyle sınırlı ise ameliyatta gırtlağın sadece yarısını çıkartmak yeterli olabiliyordu. Boyunda nefes almak için açılan delik, ameliyattan birkaç hafta sonra kapatılınca görünüm de normale dönmüş oluyordu. Böylece hasta artık şarkı söyleyemese bile, biraz kısık, çatlak da olsa, normale yakın bir sesle geri kalan yaşamını sürdürebiliyordu. Oysa hastalık karşı ses teline de sıçramışsa, işte bu kötüydü. Bu hastaların hayatını kurtarabilmek için, gırtlağın tamamını feda etmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Gırtlağını tamamen kaybetmiş bir hasta ise artık hiçbir zaman konuşamayacak, belki eğitimle ancak bazı kelimeleri kesik kesik hecelemeyi başarabilecekti. Yetmezmiş gibi ömrünün sonuna kadar boynundaki o delikle yaşamaya mahkum olacaktı.
İşte Dr.Oğuz’un “Sınırda” yanıtı uygulamadaki böyle büyük bir tartışmayı beraberinde getiriyordu. Kim bilir kaç hastasında bu tartışma yüzünden uykuları kaçmıştı. Burada o çok kritik kararı vermek ameliyatı yapacak doktora, tarifsiz bir sorumluluk yüklüyordu. Eğer ameliyatta gırtlağın yarısını almak yeterli olursa, hasta en az hasarla normale yakın bir yaşam sürecekti. Fakat gırtlağın öbür yarısını kurtarmak için tümörün tamamı çıkartılmamış olursa, kalan tümör yüzünden hasta tamamen kaybedilebilirdi. Bir an hafızasının tozlu labirentlerinde gezindi. Tam da bu durumda olan bir kısmının hala adını bile hatırladığı hastalarını düşündü. Gırtlağının yarısını feda ederek kurtarabildiklerini, kurtaramadıklarını, gözlerinin önünde kayıp giden hayatları.
İşte şimdi bu çok zor karar kendisi için verilecekti, inanılır gibi değil ama yaşamın bu gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Bir tarafta hayatta kalabilmek uğruna gırtlağın tamamını kaybedip, artık hiç konuşamayan bir hekim olarak mesleğe de veda etmek zorunda kalmak, öte yanda gırtlağın yarısını kaybedip, iyi kötü konuşabilmek ve çok sevdiği mesleğine devam edebilmek ama hep “Ya yeterli olmadıysa” korkusu ile yaşamak.
Odada sessizlik devam ediyordu. Dr.Oğuz “Hele önce şu patoloji sonucu bir gelsin de” diye mırıldandı. Haklıydı, esas karar o zaman verilecekti, belki de sonuç en kötüsü değildi ve bütün bu endişeler gereksiz vesveseler olarak kalacaktı.
Ertesi günü patoloji laboratuvarına telefon etti. Patolog Dr.Kamuran fakültede ondan iki sınıf küçük olan, eski bir arkadaşıydı. Sonucun çıkıp çıkmadığını sorduğunda “Şey yani.. Çıktı çıkmasına da, aslında bir boyama daha yapacaktım, yüz yüze bir konuşsaydık..” Anlamıştı. Hemen hastaneye gitti.
Patolog arkadaşı ne içeceğini sordu, bizimkisi uzatmadan konuya girdi: “Kamuran sonuç nasıl?” Dr.Kamuran tek tek konuşuyordu: “Dostum yaptığımız preparatta, değişik kesitler aldık, çoğu hücreler salim olmakla beraber, kimi yerlerde kısmen habis hücreler..” Kızgınlıkla sözünü kesti: “Kamuran sonucu söylesene Allah aşkına!” Dr. Kamuran yutkundu, suçlu gibi başını öne eğdi:
– Çok differansiye yassı hücreli karsinom.
Kamuran’ın yapmak istediğini kim bilir kaç kez kendi hastalarına yapmıştı. Bir hastaya “Sende kanser var” demek hiç de kolay bir şey değildir. Bu, hastayı tedavi eden doktor için de zor ve çok sıkıntılı bir iştir. O tatsız gerçeği olabildiğince yumuşatıp, hastaya ve yakınlarına daha bir kabul edilebilir gösterebilmek için belli bir anlatım kalıbı vardır. İşte Dr.Kamuran da bunu yapmaya çalışıyordu. Şimdi roller değişmişti. Kim ona bu gerçeği “kabul edilebilir” gösterebilirdi ki? Ama yapacak bir şey yoktu. Kendi kendine söylendi: “Et kokarsa tuzlanır, peki ya tuz kokarsa?”
Çok karmakarışık duygular içindeydi. Kendi kendine tekrarladı: Çok differansiye yassı hücreli karsinom, çok differansiye yassı hücreli karsinom.
O akşam Nazan’a her şeyi tek tek anlattı. Bunun bir gırtlak kanseri olduğunu söylediğinde karısının hıçkırıklar içinde kalması üzerine, hastalığın henüz gırtlak dışına yayılmadığını, bunun bir şans olduğunu anlatıp eşini teselli etti. Bunun her şeyin sonu olmadığını, daha birlikte yapacak çok şeyleri olduğunu ve birlikte geçirecekleri uzun yılları olduğunu söylerken sesi titriyordu. Belli ki söylediklerine kendisi de inanmak istiyordu. İşler yolunda giderse gırtlağının sadece yarısını kaybetmekle kurtulacağını anlatıp karısını yatıştırmaya çalıştı. İşler yolunda gitmezse kısmını anlatmak yerine, “Ben Oğuz’un mahir ellerine güveniyorum” demekle yetindi. Gerçekten de kendisi de, Dr.Oğuz da bu konuda çok tecrübeli cerrahlardı. Kim bilir kaç kanser hastasına şifa dağıtmışlardı, kimi zaman da birlikte ameliyatlara girmişlerdi. Ne acı ki doktorun tecrübesi her zaman hastasını kurtarmaya yetmiyordu.
Ameliyat hazırlıkları birkaç günde tamamlandı ve ameliyat günü gelip çattı. Bütün ısrarlarına rağmen, eşinin birlikte hastaneye gelmesini istemedi. Nazan o sabah onu dualarla uğurladı, arkasından bir kova su döktü. Arabası gözden kaybolana kadar takip etti, araba görünmez olduktan sonra da göz yaşlarına boğuldu.
************************
Sahnede elinde bir demet çiçek tutan genç doktor:
– Bu ayın konuk konuşmacısı olan sayın meslektaşımıza, yıllar önce yaşadığı deneyimlerini ve çok özel anılarını bizlerle paylaştığı için, teşekkür ediyor, tabip odamız adına sunduğumuz bu çiçeği kabul etmesini rica ediyoruz.
Kürsüdeki tıknaz, saçları kırarmış, yaşlı doktor, kucağında tuttuğu çiçeklerle mikrofona yönelir ve anlaşılabilir ama oldukça kısık, çatallı bir sesle:
– Dostlarım, değerli meslektaşlarım, biz hekimler hastalarımıza faydalı olabilmek, doğru tedaviler uygulayabilmek için duygulardan arınıp, akılcı kararlar vermek zorundayız. Öte yandan iyi bir doktor, önce iyi bir insan olmak, sonra da iyi bir insan olarak empati yapabilmek, kendini hastalarının yerine koyabilmek, onların duygularını paylaşmak zorundadır. Fakat dinlediğiniz hikayede ben hastalarını tedavi eden bir doktor değil, doktorundan şifa bekleyen hasta idim. Peki şimdi ben tekrar soruyorum: “Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır?”
– Son olarak hala aranızda olabilmemi borçlu olduğum ve birkaç yıl önce lösemiden kaybettiğimiz, can dostum sevgili Dr.Oğuz’u rahmet ve saygıyla anıyorum.
Bir cevap yazın