Uğultulu Tepeler’in yazarı Emily Bronte, 1848’de tüberküloz hastalığına yakalandı; tüm
tedavileri reddederek otuz yaşındayken hayatını kaybetti. Aradan tam yüz yıl geçti; yıl 1948:
Sabahattin Ali öldürüldü. Bu hazin ama kafiyeli tesadüfler, her iki yazarın ilk romanlarında
devam etti:
Uğultulu Tepeler, Mr. Earnshaw tarafından eve getirilen, kimin nesi olduğu bilinmeyen
Heathcliff’in etrafa bakan kara, derin gözleri gibi kasvetlidir. Cehennemin yeryüzündeki
tarlasında geçer hikaye; okumaya başlayınca, o rüyalarımızdaki uçurumdan düşer gibi içimizi
söken sayfalar ilerlerlerken bir de bakmışız tarladayız; merakımızın çapasıyla diriltiyoruz
uğultuları . Evin hanımı, oğlu Hindley, hizmetçiler daha ilk günden bu sefil, kapkara çocuktan
nefret eder yetmezmiş gibi eziyette bulunurlar. Mr. Earnshaw’la küçük kızı Catherine ise
cehenneme sunulan imbikler gibi Heathcliff’i serinletir, kollar.
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’a da benzeri bir kader çizer. Eşkıyalar tarafından annesi
ve babası öldürülen Yusuf, olay yerine gelen kaymakam Salahattin Bey tarafından evlatlık
edinilince aynı uçurum burada da yarılmaya başlar. Öyle sesler çıkar ki bu yarılmadan
elimizdeki sayfalar titrer: Evin hanımı Şahinde, zebani gibi Yusuf’un ateşini ha babam
körüklemektedir. Sabahattin Ali, dayanamaz Yusuf’a, kaymakamla Muazzez’in sevgilerini
bağışlar.
Heathcliff ve Kuyucaklı Yusuf, ötekilenmenin, ezilmenin, zulmün yan etkisiyle yabanıl
büyürler. Catherine’le Muazzez, kimsesiz kahramanlarımızın biricik kimsesi olur.
Büyüdüklerindeyse, aşkın akla zarar meyvesini tadarlar. Yalnız bu bildiğimiz aşk
hikayelerinden değil; iblisin pelerininden doğan rüzgarlar savrulur, pencere kanatları birbirine
çarpar, mezar kapakları açılır, ateş ateşliğinden utanır; inanır dahası öfkeleniriz aşka;
yanımızda yöremizde gezinecek denli canlanır Yusuf ve Heathcliff. Ya Catherine’le Muazzez;
ne yürekleri varmış! ölmeyi öğreninceye kadar sahiplerini cesede çeviren.
Şımarık, bencil yine de sevimli Catherine’nin ağabeyi Hindley, Mr. Earnshaw’ın ölümüyle
Heathcliff’e istediği gibi eziyet etmeye başlayınca, artık eve alınmayan, bir işçi gibi
barındırılan Heathcliff, içinde giderek sertleşen kinini özene bezene büyütmeye başlar.
Ölümlerden ölüm beğenen ninnilerle uyutur kinini. Edebiyatın en kötü, acımasız karakteri
olur çıkar. Düşünüyorum da, biri bana Hindley gibi davransa, Heathcliff kadar olmasa da
kötüleşebilirdim.
Muazzez’e gelince, Catherine gibi büyüdükçe güzelleşmiştir. Fakat kızımız nazlı, utangaç
ve uyumludur. Sabahattin Ali, romanında kötülüğün türlüsünü Şakir’e giydirir. Muazzez’e
salıncakta sallanırken bir mendil atar, üstelik sarhoş. Yusuf’un öfkesini akıtan satırlarda
Şakir’in yediği sopayla bir “Oh!” çektim. Şakir, her istediğinde ağzına emzik verilmeye
alıştığından hırslanıp Muazzez’i almayı kafasına koyar. Ama Catherine talibi konusunda
şanslıdır; komşu çiftliğin oğlu Edgar Linton, terbiyeli, iyi eğitim görmüş bir delikanlıdır.
Geçirdiği bir kaza sonucu Linton Çiftliği’nde kaldığı bir kaç hafta yabaniliğinin sinmesine, bir
hanımefendi gibi konuşup, davranıp, giyinmesine, genç Linton’la aralarının ısınmasına vesile
olur. Evine döndüğünde, Heathcliff dahil herkes bu hanımefendiliği karşısında şaşkındır.
Heathcliff, yabanıllığından, giyiminden utanarak Catherine’den uzaklaşır. Bu arada genç
Linton, güzel Catherine’i görmek için ziyaretlere gelir. Catherine’in bazı huysuzluklarını görse
de evlenme isteği değişmez. Heathcliff, her türlü dışlanmaya, yaftaya, eziyete katlandığı
çiftlikten, Catherine’nin değişimine katlanamayarak ayrılır. Üç yıl ortalarda görünmez.
Taliplerimiz Şakir’le, Edgar arasındaki yegane ortak nokta zenginlik. Şakir denen namus
hırsızı, Muazzez’i almayı kesinleştirmek için kaymakama, babası tarafından bir oyun
düzenletir. Kumar oynayarak geri ödeyemeyeceği bir borca sokarlar zavallı kaymakamı. İlk
başta senet imzalatmayla başlayan düzen, Muazzez’in istenmesiyle ortaya çıkar. Romanda en
çok kaymakamı sevdim. Uğradığı sahtekarlık karşısında bile iyi niyetini elden bırakmayan
Selahattin Bey’e, bir zarfa mecidiye koyup gönderesim geldi. Kaymakam, içki, kumar, kadın
düşkünü bu damat adayını istemedi elbette. Atarlı Yusuf’sa , Şakir’in Muazzez’i istediğini
duyunca çileden çıktığı yetmezmiş gibi borcu öğrenince birden kabarıp sinen köpük gibi
yetkisiz kaldı. Evlerinde korumaya aldıkları ana-kızı başlarına geleni anlatmaları için gecenin
yarısı uyandırmak elinden gelen en iyi şeydi. Kaymakam, Şakir tarafından iğfal edilen,
evlerine sığınan kızı dinledikçe şaşırsa da gün geçtikçe ödeyemeyeceği borç sırtına kambur
ağırlıklar yüklemeye başlamıştı.
İki eser arasındaki akrabalık bağlarını iyiden iyiye koparmaya başlayan sahne, Catherine’nin
Linton’la evlenmesidir. Yıllar sonra zengin bir adam olarak geri dönen Heathcliff’in ilk çaldığı
kapı Linton’unkidir. Catherine, uzun zaman sonra Heathcliff’i görünce içindeki aşk, eriyen
buzun içindeki cevher gibi ortaya çıktı. Fakat Heathcliff hal hatır sormaya değil eni konu
intikam almaya gelmiştir. Hindley, çevresindeki herkese tabiri caizse de değilse de hayvani
davranmasına rağmen Heathcliff’deki para kokusunu alınca evinde misafir eder . Doğum
yaparken karısı kaybeden Hindley’in içkiye dadanarak güçsüzleşmesi, kumara alışması
Heathcliff’in intikam almasını kolaylaştırır. Bir kaç oyunla epey borca sokar Hindley’i.
Catherine’den intikam almak için Edgar Linton’un kız kardeşini kaçırırken bir köpeği
boğazlamayı da eksik etmez. Yeni karısı İsabella’yı daha ilk günden kaçtığına pişman eder.
Odasına almaz, umursamaz, hakaretler eder. Sürekli odasını kilitli tutmak zorundadır zaten.
Bulduğu ilk fırsatta Hindley’in onu öldüreceğini bilir.
Kuyucaklı Yusuf’un ağzına kilit vuran borç meselesini, çocukluk arkadaşı Ali, Muazzez’i
almak karşılığında öder ödemesine de Muazzez’in Yusuf’u sevdiğini ima eden o güzelim
sahnelemede okur olarak, “Nasıl çözülür ki bu düğüm?”, diyerek Sabahattin Ali’nin, Emily
Bronte gibi kötülük kuyusunu kelime kazmalarıyla açmalarını ağzımız açık okuruz.
Catherine gebedir, Heathcliff’in evlenmesine dayanamayarak yataklara düşmüştür.
Daha romanın ortalarında kızını doğururken ölür. Heathcliff’in okura en sevimli gelen,
bana, “gideyim de omzuma yaslansın bari”, dedirten sahnelerinden biri, Catherine’nin ölüsünü
görebilmek için çiftliğin etrafında beklediği o soğuk, uğultulu gecedir.
Kuyucaklı Yusuf’un ilk ölüm sahnesi bir düğün gecesi olur. Şakir düğünde havaya ateş
açarken Ali’ye nişan alıp öldürür. Beklendiği gibi türlü hileyle hapis yatmaz. Muazzez
bana kaldı, diye sevinmektedir. Elle tutulur biri olsa arkasından iteleyeceğim Yusuf,
utangaçlığından Muazzez’e cevap vermeyince, kızımızın keman yayları gerilir, Şakir’in bağ
evine gider. Hadi bakalım Yusuf durabiliyorsa dursun yerinde. Gidip Muazzez’i bağ evinden
kaçırır, uzun yollar kat ederek nikah kıyarlar. Fakat mutlu son değildir bu, zebani artık iki
kişiyi birden körükleyecektir.
Uğultulu Tepeler’le, Kuyucaklı Yusuf arasındaki en büyük fark, Emily Bronte’un, romanı
yeni nesil üzerinden devam ettirmesidir. Uzaklara giden İsabella, Heathcliff’den bir oğlan
doğurur. Dayısının adını alan genç Linton, aradan geçen uzun yıllar sonunda İsabella ölünce,
topraklarına geri döner. Catherine’nin kızı Cathy ise güzel,akıllı bir kız olmuştur. Yeni bir aşk
hikayesiyle karşılaşırız. Cathy, saf bir şekilde Heathcliff’in oğluna aşıkken, genç Linton baba
korkusuyla aşk oyunu oynar bir bakıma. Bu kadarı da olmaz, dedirten olaylardan biri; Edgar
Linton’dan intikam almaya devam etmek için, Heathcliff’in iki genci zorla evlendirmesidir.
Üstelik oğlu ölecek derecede hastadır.
Utançlarından eve gelemeyen Yusuf ve Muazzez, kaymakamın babacanlığıyla, kızmak
ne demek sevindiğini belirtmesiyle eve geri geldiklerinde, Şahinde ister istemez evliliği
kabullenir. Ne yazık! Sevdiğim kaymakam hastadır. Sayfalarca hastalığı ilerler. Yusuf’un
işsizliğine de üzülmektedir. Kaymakamlıkta masa başı iş bulur Yusuf’a. Şahinde geçici olarak
köşesinde sinsice bekler.
Hindley, Heathcliff’in oğlu, Edgar Linton, kaymakam Selahattin Bey ölürler. Yeni Kaymakam
Yusuf’u tahsildarlık işlerine gönderince ayda bir iki kere ancak evine gelebilir. Fakirlik,
uzunca birinin diz boyudur. Şahinde, ev erkeksiz kalınca içindeki zenginlik hastalığı için
Muazzez’i kullanır. Of ki ne of! Muazzez eğlence gecelerinde hatta rakı sofralarındadır artık.
Yusuf , yorgunluğun kardeşi dikkat dağınıklıyla, uzaklığın üleştirdiği uzaklıkla, işkillenmeye
pek geç başlar. Bir gece beklenmedik bir şekilde eve geldiğinde; gel de hak verme!; o hazin
sahneyi, biricik Muazzez’ini rakı sofrasında görünce sofrada kim varsa öldürür, Muazzez’i alıp
kaçar. Yazık ki Muazzez vurulmuştur. Çok fazla dayanamaz. Yusuf bulunduğu yere bir mezar
kazarak Muazzez’i gömerken Heathcliff’de ölür.
Karakterleri çaprazlama değiştirerek olay örgülerinin nasıl olacağına bir bakalım:
Heathcliff’in karşısında bencil ve şımarık Catherine değil de naif Muazzez olsaydı; Heathcliff,
kinin adam yiyen kurtlarına yenik düşmezdi. Hatta iyi bir adam olabilirdi. O zaman Emily,
ağları farklı yönde örmek zorunda kalıp Şakir gibi bir karakterle gerilimi yüksek tutmak
zorunda kalır ya da Hindley’in karısını kaybetmesiyle zayıf düşen karakterini güçlü tutup
zebanilik görevini ona devam ettirirdi. Fakat Uğultulu Tepeler’in tüm büyüsü kaybolur
giderdi. Zira Emily’in başarısı hem en kötü karakteri yaratması hem de okura bu karakteri
istem dışı sevdirmesi, tarafını tutturmasıdır. Acımaktan da bahsedebiliriz elbette.
Yusuf’un karşısında Catherine olsaydı; Yusuf’a, duygularını meşruca açardı. Aşk,naz filan
hak getire, gider Şakir’le evlenirdi. Şakir, eziyet edeceği kimse kalmayınca sıkılırdı belki de.
Şahinde ise kötü üvey anne olarak sıradanlaşırdı. Kuyucaklı Yusuf, Şakir’le evlenen Catherine
için ancak kendi kendini yerdi. Heathcliff gibi başkalarını da değil. Nihayetinde alır başını
uzaklara giderdi kaymakam ölünce. Yine de eline silah alıp dağlara filan çıkmazdı.
Sabahattin Ali gibi kalemine hayran olduğum bir yazarın, Uğultulu Tepeler’i okumuş
olduğunu varsayarsak ilk başlardaki kan bağını koparanın Sabahattin Ali mi yoksa
kültürümüzün yansımalarının kaleme hükmetmesi mi bilemem. Bildiğim; Sabahattin Ali’nin,
zaten yetim, öksüz kalan Kuyucaklı Yusuf’a kıyamamış, Heathclif kadar zalim gömlek
giydirmemiş olmasıdır. Emily Bronte ise kötü karakteri sevdiren kalemiyle içimizdeki şeytanı
dürtmüştür.
Bir cevap yazın