Sene: 2417
Yer :Pistanbul
Ey uyku,
Her gece başkasının koynunda sabahlayan orospu!
Gözlerimden şüphen mi var?
Adam yataktan kalktığında bileğinde bulunan dijital kontrol paneline baktı. Uykusuzdu ve enerjisi bitmek üzereydi. Pencerenin önünde bulunan metal renkli koltuğa oturup ince siyah kabloyu boynunun arkasındaki jack girişine taktı. Elektromanyetik dalga panelini Alfa boyutuna ayarladıktan 10 dakika sonra koltuktan kalktığında işe gitmeye hazırdı. Giyindi. Evden çıkmadan önce pencerenin önünde duran çiçeğinin yeşil yapraklarının siyaha döndüğünü fark etti. Bu çiçeği ona sevgilisi hediye etmişti. O terk ettikten sonra uyuyamamaya başlamış ve bu çiçeğe izleyerek sevgilisinin ona bıraktığı uykusuzlukta kafasında birkaç proje üretmişti. Ama şimdi bunları düşünemeyecek kadar yoğun bir gündü. İkea’dan aldığı fotosentez makinesini 400-750 nm arasında ayarlayıp çiçeğin yanına koyup hızlıca evden çıktı. Kapının önünde arabasının çağrı butonuna bastı. Yolda giderken günlük yapması gereken egzersizler için simülasyon cihazını çalıştırdı. Cihazının okuduğu 15432678 ile 6896501 sayılarını 3 saniyede çarptı, şirketin borsada kapanış rakamlarını endeksin o günkü zaman içindeki değerini baz alarak payın zamandaki fiyatı, zamandaki toplam sayısı ve zamandaki fiili dolaşımdaki pay oranıyla çarptıktan sonra endeksin değerine bölmesi 5 saniyesini aldı. Rakamları tek tek simülasyona okuduktan sonra onay ışığının yandığını görünce arabayı otomatiğe alıp ellerini başının arkasına koydu. Keyfi yerine gelmişti. Aynaya baktı. Alnının tam ortasındaki mekanik dişliler sağ ve sol olmak üzere iki farklı yöne dönerken mekanik beynini dijitalle değiştirmesi gerektiğini yeniden hatırladı. “Mekanik bir hayattan otomatik bir hayata geçmek” dedi kendi kendine; vücudunun bütün organlarının yönetiminin tek bir mikroçipe yüklenip beyne yerleştirildiğini düşündü. Takvim üzerinde programlama yapıp nefes alıp verdiğini bile anımsamayacak kıvamda yaşamak demekti bu. Hiçbir şey yemeden 45 gün hayatta kalma ve beynin fonksiyonel aktivasyonlarının mekanik beyine göre daha hızlı çalışması gibi artıları da vardı ama yinede “Ben her sabah uyanıp kendimi şarj etmeyi,eski insanlarda olduğu gibi günlük planlarla hareket etmeyi ve yemek yemeyi seviyorum” dedi. Bu fikri düşünmek canını sıksa da kaçınılmaz olduğunun da bilincindeydi. Gezegenin enerji potansiyeli elektrikten elekromanyetiğe geçmişti ve kısa kesintiler de olsa bütün gezegen en ufak bir enerji yüklenmesinde karanlığa gömülüyordu. Kendini sarj edemediği zamanlarda bu onun ölümü demekti. Üstelik etrafındaki herkes artık dijital beyne geçmiş bu konuda da ona baskı uygulamaya başlamıştı. Her fırsatta onu çağ dışı olmakla suçlayan anne babasının yanı sıra otomatik bir adamla tanıştıktan sonra kendisini terk eden sevgilisi aklına gelince sinirlendi. Alnının ortasındaki dişliler daha hızlı çalışmaya başlayınca kulağının arkasındaki yuvarlak frekans düğmesinden kendini Delta moduna aldı. Maslak’tan çıkıp Mediyeköy Beşiktaş viral kavşağına geldiğinde trafiğin sıkıştığını fark edip hızını düşürdü. Bir grup insan İMAM HATİPLER KAPATILSIN diye pankart açıp yolun ortasından yürüyorlardı. Arabasını uçuş moduna alıp hızla trafikten sıyrıldığında yerçekimi kanununu deşifre eden EMR26AK’ye içinden teşekkür etti. Onun dahiyane fikirleri olmasaydı şuan insan nesli taşıtlarıyla hâlâ kara üzerinde seyahat edebilen canlılar olarak kalacaktı. Uçmak bu adamdan soruluyordu. Devasal binanın önüne geldiğinde arabasını otoparka yönlendirip şeffaf küreye bindi. Aoğlu binasının en üst 10 katı şirketine aitti. Şanslıydı. Çoğu zaman işten kaytarıp şirketin teras katından mum ışığı gibi görünen güneşi izleyebiliyordu ve şehirde bunu yapabilen çok az insan vardı. Bugün bunu yapamayacak kadar yoğun bir gün olsa da yarın için şimdiden sabırsızlanmaya başlamıştı. Şeffaf küre şirket katına geldiğinde Patronunu gördü ve ona görünmeden diğer çalışanların arasından hızlıca odasının olduğu koridora girdi. Koridorlar camdan olduğu için çantasıyla yüzünü kapatmayı da unutmadı. Patronu Bay Edıms ölümsüzlük keşfedildikten sonra servetinin ciddi bir kısmını bunun için harcayıp kendini işine adayan iyi kalpli bir adamdı ama onun dijital beyne geçmesi için en fazla baskı yapanların başında geliyordu. Sürekli, daha hızlı hesap yapması ve otomatik insanlar gibi işe geç kalmaması gerektiğini ona tekrarlarken örnek olarak işe yeni aldığı Ken’i gösteriyordu. Ken, full donanımlı dijital bir baş belası. O geldikten sonra şirket içindeki prestijini kaybetmiş ve çalışabilirliği konuşulmaya başlanmıştı. “Seni yeneceğim” dedi kendi kendine. O sırada patronu arkasından seslendi ama duymamazlıktan geldi. Odasının kapısında iris tarama cihazı vardı fakat o klasik yöntemlerle şifreyi tuşlayarak hızlıca kapıyı araladı. İçeriye girdiğinde sensörlü ışık, bilgisayar, perdeler ve dosya kabinleri de aktif hale geldi. Hemen koltuğuna oturup rakamsal verileri kaydettiği dosyayı açtı ama kaçınılmaz son gerçekleşti ve patronu içeriye girdi.
“Arkandan seslendiğimi duymuyor musun?”
Ayağa kalkıp cevap verecekken konuşmasına izin vermeden devam etti:
“Kulaklarını bakıma aldırman lazım, bu mekanik beyin senin bütün işlevlerini yavaşlatıyor.”
“Peki efendim.”
“Seninle konuşacaklarım var odama gel.”
“Peki efendim.”
Bay Edıms odadan çıktığında koltuğuna tekrar oturdu. Kendinde bir ağırlık hissediyordu. Birden aklına Delta modunun açık olduğu geldi. Kulağının arkasındaki yuvarlak frekans düğmesini Alfa Moduna aldıktan 2 saniye sonra bileğindeki enerji paneline baktı. “Savaşmaya hazırım” diyerek odadan çıktı.
Bay Edıms’ın odasına giderken onun tek veliahtı olan kızı Bayan Edıms’ı gördü. Selamladı. Bayan Edıms’da aynı şekilde karşılık vererek gülümsedi. Bayan Edıms, Ken işe alınana dek onunla ilgilenir, yemeğe çıkmak için baskı yapardı ama Ken’in işe başlaması Bayan Edıms’ın ona olan ilgisini de azaltmıştı. Birden durdu. Hâlâ bir şansı olduğunu düşünerek aniden dönüp Bayan Edıms’ın olduğu koridora doğru yürümeye başladı. Bu sırada Bayan Edıms ipohone’nin son çıkardığı robot köpeği Fi-fi4S’nin kulaklarını okşuyordu.
“Merhaba Bayan Edıms nasılsınız?”
Tam bu sırada köpek huysuzlaşıp kadının kucağından kendini yere attı. Kadın köpeğinin arkasından iç çekerek bakarken:
“Merhaba. Pek iyi değilim şu sıralar, Fifi’nin sağlık sorunlarıyla uğraşıyorum.”
“Nesi var?”
“Götü düştü.”
“Geçmiş olsun. Bu modellerde bu tarz sıkıntılar çok yaşanıyor sanırım, geçen gün bir arkadaşımın köpeğinin de kuyruğu düştü.”
“Öyle mi, modeli neydi?”
“26ZYP.”
“Çok kuyruk sallamaktan oluyor sanırım.”
“Aynen öyle. Bu arada İsterseniz ben bakımı ve onarımı için Fi-Fi ile ilgilenebilirim?”
Kadın adamın bu cümlesini duyunca biraz şaşkın ifadeyle gülümsedi. Köpeğini gözüyle takip ederken:
“Teşekkür ederim ama Ken halledecek.” dedi.
Adam dişlerini sıkarak; “Ken, tam bir baş belasısın” dedi ama kadın duymadı. Ne söylediğini anlamaya çalışarak meraklı gözlerle adamın yüzüne bakarken adam;
“Benim Bay Edıms’ı ziyaret etmem gerekiyor. Sonra görüşürüz.” diyerek kadının yanından ayrıldı.
Koridordan yumruklarını sıkarak çıktı. Ken’e karşı düellosu bir kat daha artmıştı. Asansörün önünde birkaç kişiyle selamlaştıktan sonra hızlıca yürüyen merdivenlere yöneldi. Bay Edıms’ın odasının önüne geldiğinde Sekreter Beti onu aniden durdurdu:
“Bay Jan, bekleyin lütfen!
Jan, hızlı bir hareketle durup ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bu sırada Sekreter Beti dosya kabinlerinden beyaz bir tablet çıkarıp ona uzattı:
“Bu sizin.”
Jan tableti aldı. Yeni bir görev verildiğini düşünerek okumadan Bay Edıms’ın odasına girdi. Kapıyı araladığında Bay Edıms telefonla konuşuyordu. Jan, bir süre onun telefonla görüşmesinin bitmesini bekledi. Bu sırada tableti açmayı düşündü ama sonra vazgeçti. Büyük odanın sol tarafında bulunan toplantı masasına doğru yürüdü. Tam sandalyeyi çekmişken Bay Edıms:
“Jan!” diye arkasından seslendi.
Jan, yüksek sesin etkisiyle heyecanlanınca alnındaki dişliler daha hızlı çalışmaya başladı ve Jan bundan nefret ediyordu. Ne zaman sinirlense, heyecanlansa ya da korksa hep aynı şey oluyor ve bunu gizleyemediği için çocuk gibi kendini savunmasız hissediyordu. “İlk fırsatta dijital beyine geçeceğim” diye kendi kendine söz verdi. Bu sırada Bay Edıms oturması için ona masanın önündeki sandalyelerden birini gösterdi. Jan sandalyeye oturduğunda:
“Kovuldun” dedi
Jan, ne olduğunu anlamadan kısa bir süre onun yüzüne şaşkın ifadelerle bakarken Bay Edıms Jan’ın elindeki tableti göstererek tekrardan söze girdi:
“Okuduğunu sanıyordum”
Hiçbir şey söylemeden “hayır” anlamında başını salladı Jan. Sonra ani bir refleksle ayağa kalktı:
“Peki, bana bunca sene tahammül ettiğiniz için teşekkür ederim”
“Jan! Ne olduğunu bilmediğin bir sebepten dolayı teşekkür ediyorsun ve bu insani hallerin beni çıldırtıyor. Sormayacak mısın neden kovulduğunu?”
“Biliyorsunuz ki ben sonuç odaklı çalışan biriyim, o yüzden bununla ilgilenmiyorum.”
“İşte tam da bu yüzden kaybediyorsun. Sonuca giden yolda kısa bir zaman dilimi vardır ve bu zaman dilimi sana en doğruyu yapman için şans tanır. O zamanı iyi değerlendiremezsen doğru sonuca ulaşmış olsan bile geç kalmış sayılırsın.”
“Bunu aklımda tutacağım” dedi Jan. Odadan çıkarken tableti gösterip tekrar teşekkür etti. Kapıdan çıktığında Sekreter Beti onu görünce ayağa kalktı ama Jan, Beti’ye selam vermeden koridorun sonundaki asansöre doğru yürüdü. Asansör geldiğinde tableti açtı. Sonra geri kapattı. Bunu odaya saklayacaktı. Odaya girdiğinde koltuğuna oturup bütün dataları kontrol etmeye başladı. Yaptığı matematiksel yanlışları gördüğünde şaşkınlıktan bir an duraklasa da tekrar kendine gelip bilgisayarında çalışmaya başladı. Gözlerine inanamıyordu. Bunca sene beyni onu hiç yanıltmamıştı. Bütün işlemleri ve verileri saniyelik hesaplayıp onları data olarak senelerce kayıt altında tutabilen bir beyne sahipken bu nasıl olabiliyordu? “Kendi kendine çelme takan bir adamım ben” dedi. “Bunların hepsi dijital beyne sahip olmadığım için oldu” diye de aklından geçirdi. Şirkete çok para kaybettirmişti ama Bay Edıms ona bıraktığı notta bunları talep etmeyeceğini yazmıştı. Bu yetmemiş, banka hesabına hatırı sayılır bir çıkış bedeli ödeyeceğinin teminatını da vermişti. İyi adamdı Bay Edıms ama Jan onun bu para hırsını hiç anlamayacaktı.
Odadaki bütün kişisel eşyalarını çöpe attıktan sonra sadece yanına tableti alarak asansörle çatıya çıktı. Günün erken saatlerinde hiç orada bulunmamıştı. “Son bir kez” dedi kendi kendine, “Buna hakkım var.” Çatıya çıktığında bunaltıcı derecede nem dalgası yüzüne çarptı. Buna aldırmadan çatının ucuna doğru yürüdü. Güneş karşısında çok uzaklarda yanan bir mum gibi dururken Pistanbul’un uçsuz bucaksız manzarasına daldı. Garip bir özgürlük hissi vardı üzerinde. Beynini sadece Delta dalgalarında çalıştırabileceği ve egzersiz dahî olsa hesap yapmak zorunda kalmayacağı günler gelmişti. Üstelik ölümsüz de değildi. Bu nispeten emeklilik anlamına geliyordu ve Jan bunu düşününce yüzünü tekrardan güneşe çevirip gülümsedi. Artık Uyku Çiçeği projesini hayata geçirebilirdi.
1 Yıl Sonra
“Bunlar da kırmızı olanlar. Renkler uykusuzluk derecesine göre değişiyor, kırmızı olanlar yoğun şekilde uykusuzluk çekenler için.”
“Çok güzel gerçekten”
Yaklaşık elli bin metrekarelik, beş metre tavan yüksekliği olan cam bir seranın içinde Uyku Çiçeklerini Japon sermayecilere tanıtırken bir yandanda laboratuvardaki çalışan personellerine göz atıyordu. Şirketin kendisine ödediği tazminatla hayallerini gerçekleştirmiş, kendine bir çiçek serası kurmuştu. Uyku sorunu yaşayan mekanik beyinlere onları derin bir uykuya çekecek radyoaktif dalgalar yayan çiçekler üretiyordu. Sadece akım enerjisiyle çalışan bu canlı çiçeklerin fotosenteze de ihtiyaçları yoktu üstelik. Jan, kısa bir sürede büyük bir başarıya ulaşmıştı. Bunu da mekanik beyin olmasına borçluydu çünkü dijital beyinlerde uyuma süresi saate endeksli çalışıyordu; yani eğer dijital beyin olsaydı hiçbir zaman bu zorlukla karşılaşmadığı için bu başarıyı da elde edemeyecekti. Onun en büyük sorunu uykusuzluktu ve şuan bunun keyfini çıkarıyordu. Japon sermayeciler çiçekleri incelerken laboratuar için müsaade isteyip yanlarından ayrıldı. Yeni bir çiçek üzerinde çalışıyorlardı. Bu çiçek; anestezi ya da narkoz etkisi yaratacak şekilde ağır, hatta yarı ölümcül bir uyku frekansı yayacak şekilde tasarlanmıştı. Ameliyat esnasında hastayı kimyasal ilaçlardan kurtaracak, böylelikle hastanın iyileşme süreci en kısa süreye çekilirken, ağrı eşiği en yüksek seviyeye ulaştırılacaktı. Ama bir sorun vardı. Radrofrekans olarak tasarladıkları bu çiçek dalga yaymaya başladıktan sonra üzerinde deney yapılan bütün fareleri öldürüyordu. Jan, laboratuar çalışanlarının ısrarına rağmen başka bir hayvan kobay kullanmayı kabul etmediği için fareler üzerindeki deneylerde başarılı olmakta ısrarlıydı fakat çalışanlar bu durumdan isyan etmişti. Laboratuar kapısından içeriye girdiğinde genetik bilimci Burki Power hemen söze girdi:
“Bay Jan, kobay canlıları hakkında tekrardan konuşmak istiyoruz, bu şekilde ilerleme kaydetmemiz mümkün değil.”
Jan, mor olarak tasarladığı yarı ölümcül çiçeğe doğru eğildi. Eğilir eğilmez başının döndüğünü fark edip hemen oksijen bantlarından birini aldı ve elinin üzerine yapıştırdı.
“Ne yapmamız gerekiyor?”
“Daha öncede konuştuğumuz gibi, diğer canlılar üzerinde denememiz gerekiyor. Kediler, köpekler, tavşanlar, maymunlar ve hatta gönüllü olurlarsa insanlar üzerinde.”
Jan, Burki Power’ın yüzüne bakarak bir süre düşündü. Bunu yapması gerektiğini o da biliyordu ama içinde onu engelleyen bir his vardı.
“Hayır. Başka canlılar üzerinde denemeyeceğiz.” dedi.
Burki Power, elindeki dosyayla masasına doğru yürüyüp bıkkın bir sesle:
“O halde bütün çalışmalarımız boşa gidecek ve ne sağlık sektörüne ne de insanlığa hizmet edemeyeceğiz.”
Jan onu dinlerken laboratuar penceresinden Japon sermayecileri izliyordu. Bir süre sonra bu projesinin çalınacağını biliyordu. Ve projeyi çalanların; genç-yaşlı, bitki-hayvan hatta bebek bile demeden bütün canlı popülasyonunun üzerinde deneyler yapacağını da biliyordu. Burki Power’a döndü:
“Bizim asıl hedefimiz insanların daha az acı çekip, daha hızlı iyileşmesi öyle değil mi?”
“Evet Bay Jan.”
“O halde hiçbir canlı bizim yüzümüzden ölmemeli. Projeyi iptal ediyorum.”
“Ama Bay Jan…”
“Konu kapanmıştır.”
Laboratuardan çıkarken diğer çalışanlar da birkaç şey söylemek istediler ama Jan hiç birini dinlemeden oradan ayrıldı. Onun için tartışılacak bir şey yoktu. Dünyayı istila eden fareler üzerinde bu deneyler gerçekleşebilirdi fakat nesli tükenmekte olan diğer canlılar için söz konusu bile olamazdı. “Bir canlıyı öldürdükten sonra diğerini yaşatmanın bir anlamı yok” dedi kendine. Verdiği kararın doğru olduğunu bilerek Japon sermayecilerin yanına gitti ve o gün onlarla çok karlı bir anlaşma yaptı. Günün sonunda herkes gittikten sonra odasına çekildi. Verdiği kararın doğru olduğundan hiç şüphesi yoktu. Yeni bir proje üzerinde çalışmak için bilgisayarını açtığında laboratuvardaki mor uyku çiçeğine gözü takıldı. Gülümsedi. Yerinden kalkıp labotatuvardaki çiçeği alıp odasına getirdi. Kapalı olup olmadığını kontrol ederek masasının en uç köşesinde bulunan aile fotoğrafının yanına koydu. Başka fikir üretmek için çalışmaya dalmışken şirketin kapısında birinin olduğunu fark etti. Doğruldu. Kısık gözlerle neler olup bittiğini anlamaya çalışırken kapının önündeki adamı gördü ve birden yerinden fırladı. Kapının önündeki adam Ken’di.
“Neden buradasın?”
“Seni merak ettim. Uzun zamandan bu yana kimse senden haber alamıyor, belki eski günlerdeki gibi bir şeyler içip laflarız diye düşündüm”
“Toplantılar dışında seninle bir şeyler içip lafladığımızı hatırlamıyorum.”
“Yapma Jan, biz eski dostuz. Beni içeriye davet etmeyecek misin?”
Jan, Ken’in ne kadar ısrarcı olduğunu bildiği için hiç diretmeden kapının önünden çekilip ona geçmesi için hızlı bir el hareketiyle içeriyi gösterdi. Ken koridorda yürürken bir yandan da laboratuvara göz atıyordu. Jan’ın odasına geçtiklerinde hiç teklifsiz şekilde geçip Jan’ın koltuğuna oturdu.
“Çalışıyordum, oradan kalksan iyi olur.”
“Yapma Jan, bu sadece bir koltuk. Şuan benim oturmam benim patron olduğum anlamına gelmez.”
Jan buna da ısrar etmedi. Masanın yan tarafındaki dolaba yönelip içki şişesiyle iki kadeh aldı.
“Tekrardan aynı soruyu sormak istemem ama neden buradasın?”
Ken ukalaca bir kahkaha attı. Koltuğu sağa sola çevirirken:
“Geçenlerde bir dergide seninle alakalı güzel bir haber okudum. Belki beraber bir şeyler yapabiliriz diye düşündüm.”
“Bay Edıms’ın bunlardan haberi var mı?”
“Bay Edıms’ın canı cehenneme. Şirketi kızına bıraktığından bu yana her şey birbirine girdi. Hissedarların hepsi birer birer kopuyor ve hisseler düşüşe geçti ama Bayan Edıms bununla ilgilenmek yerine köpeğinin düşen götünü personele aratmakla meşgul.”
Jan güldü. Bay Edıms’ın çok şaşalı bir şekilde şirket yönetimini kızına bıraktığını gazetelerden okumuştu ama Bayan Edıms’ın köpeğiyle hâlâ aynı sorunu yaşaması ona komik geldi. Hiç bir şey söylemeden kadehini çevirirken Ken sessizliği bozdu:
“Ne diyordun Jan, seninle yeniden iş arkadaşı hatta ortak olabilir miyiz? Tasarladığın bu şeyler için dünya piyasasında pazar oluşturabilirim biliyorsun.”
“Açıkçası seninle yeniden iş arkadaşı olmak düşüncesi bile benim beynimin dişlilerini hızlandırıyor. Hayır Ken, o sen değilsin.”
“Yapma Jan, biz eski dostuz. Sen de biliyorsun ki seni bir sene sonra olduğundan daha iyi konuma getireceğim. Bu işler benden sorulur dostum.”
“Hayır.”
“Seni işten attırdığım için bana hâlâ kızgın mısın?”
Jan birden durdu. Ne olduğunu anlayamamıştı. Şirketten kovulma sebebin matematiksel hesaplar olduğunu biliyordu. Bay Edıms’ın kendisine verdiği datalarda yanlış yaptığı veriler ve bunların sonucunda oluşan zararlar kayıtlıydı. Bunu ona belli etmedi ama alındaki dişliler hızlanmıştı.
“Aslına bakarsan o günleri düşünmemeye çalışıyorum” diye yuvarlak bir cevap verdi.
“Jan, o dönemler benim en büyük rakibim sendin ve benim kendimi kanıtlamam için seni saf dışı etmem gerekiyordu. Sen mekanik bir dahisin dostum. Elbetteki o hatalar sana ait değil. Ben veri şifreni kırararak bazı matematiksel oynamalar yaptım ve seni oradan uzaklaştırmayı başardım.”
Jan, Ken’in karşısında ne diyeceğini bilmez halde donup kalmıştı. 1 yıl öncesinde kendisine eskiyle yeni arasında gel-git’ler yaşatan bu adam, onun hayatını alt-üst eden bu adam, bugün oturmuş karşısına ona iş teklif ediyordu. Sinirlendi. Dişliler daha hızlı çalışmaya başladı ama o buna aldırmadan onun yüzüne bakmaya devam ederek:
“Bunu bilmiyordum.” dedi.
Ken masanın üzerinde duran kadehi alarak tek dikişte viskisini bitirik hızlı bir şekilde masanın üzerine koydu. Çıkan sen odanın cam duvarları arasında yankılandı.
“Ben her zaman kazanırım dostum, bunu öğrenmiş olman lâzım.”
Jan’ın mekanizması artık bu sohbeti kaldıramayacak kadar hızlanmıştı. Koltuktan kalktı. İçkisi bitmediği halde onunla yüz yüze olmamak için kendine bir içki daha koymak için dolaba yöneldi. Kadehini doldurup, “planın ne?” diye sordu.
Ken ona planlarından bahsederken Jan’ı aşağılamayı da unutmuyordu. İlk kelimesi “yetersizsin” oldu. Daha sonra her cümlesinde Jan’ın ticaret içersinde çok yanlış hareketler yaptığını, dürüstlüğün ona bir şey kazandırmayacağını ve bunun düpedüz salaklık olduğunu söyledi. Konuştu konuştu konuştu… Jan artık onu dinleyemeyecek kadar sinirli ve sarhoş olmuştu. Ken bunu fark etmiş olacak ki birden;
“Kız arkadaşının seni benim için terk ettiğini biliyor muydun?” dedi.
Jan durdu. Bütün işlevsel hareketleri kilitlenmişti. Bu onun için çok nadir olan bir şeydi ama şuan ne konuşabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Sadece beyinsel fonksiyonları çalışırken Ken onun omzuna bir yumruk attı ve Jan kendine geldi.
“Bu nasıl oldu?”
“Tahmin edersin sen de.”
“Tahmin edemiyorum şuan”
“Seni ziyarete geldiği bir gün onunla sohbet etme imkanı buldum. Sen hep çok çalışıyordun Jan, kızı saatlerce kapının önünde bekletecek kadar çok. İşte ben de öyle bir gün onunla konuşup bir randevu kopardım. Sonrasını biliyorsun zaten.”
“Jan, Ken’in yüzüne bakakalmıştı. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Başını sağa sola sallayarak bunun bir rüya olmasını diledi ama rüya değildi. Güldü. Sonra kahkaha attı. Sonra ağlamak üzereyken Ken’in yüzüne bakıp işaret parmağını havaya kaldırırken:
“Evet, patron sensin” dedi.
Ken koltuğa yaslanıp sinsice bir gülümseme attı. Biraz sessiz kaldılar. Sessizliği Ken bozdu:
“Şimdi ne yapıyoruz?”
Jan ona hiç bakmadan çöktüğü koltukta ayakkabılarını seyretmeye devam etti. Uyku Çiçeği projesinin yegane tanrıçası onu Ken için terk etmişti. Ne sürpriz. Birden Ken’e dönüp:
“Bir proje var ama hayata geçiremiyoruz.” dedi.
“Nedir?”
Mor çiçeği göstererek:
“Bu çiçek uyuşturucu bağımlıları için tasarlandı. Kafa yapıcı özelliği çok fazla. Manyetikler aktif hale geldiğinde herhangi bir kimyasala bağlı kalmadan istenilen modda, istenilen seviyede kullanıcının bütün isteklerine cevap verebiliyor ama patentini alamıyoruz.”
Jan, onu defalarca şirket tuvaletinde farklı maddeler denerken görmüştü. Bu fırsatı kaçırmayacağından da adı gibi emindi. Yanılmadı. Ken mor çiçeği kendine doğru çekip incelemeye başlamıştı bile. Jan bir içki daha almak için yerinden kalktığında Ken mor çiçekle masadan kalkmış odanın kapısına doğru yürüyordu.
“Nasıl kullanman gerektiğini biliyor musun?”
“Hayır ama deneyerek bulabilirim.”
“Sistem modunu en sona alıyorsun, böylelikle senin istediğin kıvamda bir etkisi olabilir.”
“Teşekkür ederim Jan. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Yarın sana deneyimlerimi anlatırım.”
Jan güldü. “Yarını sabırsızlıkla bekleyeceğim” dedi.
Ken kapıdan çıkarken tekrar arkasından seslendi:
“Onunla hâlâ görüşüyor musun?” dedi Ken’e.
“Evet, ara-sıra. Yani anlarsın” diyerek göz kırptı Ken.
Jan güldü. O halde bu gece onu da çağır. Onun da bunu çok seveceğinden eminim.”
Ken güldü. “Bu benim de hoşuma gider” dedi.
Kapıdan çıkarken Jan onun arkasından uzun uzun baktı. Caddenin sonunda arabası kaybolunca telefonunu çıkarıp laboratuvar şefi olan Burki Power’e bir mesaj attı.
“Mor çiçek hakkında detaylıca düşündüm. Daha sonra sebepten sonuca giden yolda kısa bir zaman dilimi olduğunu ve bu zaman diliminin bize en doğruyu yapmamız için şans tanıyacağının kanaatine vardım. Bu zamanı iyi değerlendirmezsek doğru sonuca ulaşsak bile geç kalacağız. O yüzden Uyku Çiçeği ile ilgili yeniden çalışma kararı aldım. Bütün ekibi toplayıp hemen çalışmaya başlayabilirsiniz. Yarın sabah bir cenazeye katılmam gerekiyor. Çiçekler size emanet.”
Sevim Demiröz
Bir cevap yazın