Demir parmaklıkların gölgelediği, gün ortasında dahi karanlık olan odanın, zeminden oldukça yukarda kalan geniş ama kısa pencerelerinden sokağın olanca tozu içeriye akın etmeye başladı. Pencerenin karşısında kalan kanepeden, yaşına yakışmayan ağır hareketleriyle kalktı. Pencerenin altında duran demiri paslanmış sandalyeye çıktı ve açık camı kapadı yine ağırdan. Tonlarca yükü taşımışlığın yorgunluğu vardı sanki üzerinde. Oysa bu gün yalnızca apartmanın merdivenlerini silmişti. O da tek bir apartmanın merdiveniydi. Yarını zordu asıl. Üç apartman merdiveninin temizlik günüydü. Analığı kızıyordu. Bir güne bu kadar işi ne diye alıyordu? Ne yapacaktı? Yerin altında kalan bu iki gözü onlara bırakırlar mı sanıyordu. Sanmaz da, aklınca onu koruyacak. Beş yıl önce neden korumadı? On altı demedi, verdirdi emmisinin oğluna. Memleketli dedi, helal süt emmiş.
Sandalyenin üzerinden inerken, başı döndü. Tekrar uzanmak istedi biraz önce kalktığı kanepeye ama yok, biraz hava almalıydı. Midesinin bulantısı bu rutubet kokan odada daha da dayanılmaz oluyordu. Rüzgârın da fena eseceği tuttu bu akşama beş kala. Serin miydi hava aldırmadan, üzerindeki ince hırkasıyla kendini atarcasına fırladı sokağa. Merdivenlerden çıkarken de başı döndü ama boş verdi. Alışsa iyi olur, bu dönmelerle karışık bulantılara. Sağlık ocağının doktoru ilk üç ay dedi, olacak. Dua et de sonrasında sürmesin. Dokuz ay süreni oluyormuş. Hatçe yengenin küçük kızı dokuz ay yataktan çıkamamış. Dua etti, içinden. Kim bakardı ona dokuz ay. Beş yılın üzerine, zaten geç kalmış, bir de nazını çekecek kimi vardı ki?
Karşı kaldırıma geçti. Elleri incecik ve sarkık hırkasının ceplerinde, sokağın bitiminden sağa döndü. Bu koca apartmanlı semtin, vahası diyorlar buraya. Biraz daha yürüdü dalgın ve parkın kapısından girdi. Başını kaldırdı gökyüzüne. Rüzgârın yalamasını istedi yüzünü. Midesine iyi gelirdi belki. Çam ağaçlarından gökyüzünü göremedi ama. Tam ortada bir şelale var. Oyuncak şelale. Üzerinde küçük asma köprüsüyle. Hepsi bir birinin oyuncağı gibi içi içe. Çocuklar koşturuyor her yanda. Ağaç altlarına serpiştirilmiş masalar, akşam çaylarını yudumlayanlarla dolu. Yürüme yoluna bakan ahşap banklar da vardı. Yalnızlar için. Onlar da dolu. Yürümeye de hali hiç yok. Derin derin soludu. Mide bulantısı sanki hafifledi. Eve dönmek istemiyor. Çamın kokusunu tattıktan sonra rutubeti kaldıracak halde değil bu akşamüstü. Yemek de var. Domatesli tel şehriye çorbası. Yanına cacığını da yaptı mı, tamam olacak. Hıyar almalı giderken eve. Hırkasının cebini yokladı. Bir beş lirası vardı. Analığı merdivenlerden aldığının hepsini sayma kocanın eline dese de, o yapamaz. Zaten bu ay almayacak bir şey. Kanepenin son taksiti her ay ödediklerinin iki katıymış. Öyle dedi Recep.
Biraz ilerideki bankta tek başına oturmuş bir kadın ilişti gözüne. Ötekiler hep dolu. Kadına baktı uzaktan. Dizlerini açıkta bırakan dar lacivert eteğinden uzanan bacaklarını gördü ilkin. Daha aşağılara indi bakışları. Ayakkabıları çok güzeldi. Beşinci kattaki Semra Hanım da ona benzer bir tane vermişti. Yürüyemedi ki onlarla. Topuklularla yürümek maharet ister demişti Recep. Pis pis de gülmüştü. Yakıştıramadı belli ki. Banktaki kadının beyaz jilet gibi bir de gömleği vardı üzerinde. Ellerinde bir anahtar, evirip çeviriyordu. Gözleri hep anahtardaydı. Yanına oturmak için izin istese miydi acaba? Dalgın başı kalkmıyordu ki elerinden. Anasından tek kalan iğne oyalı yemenisini yokladı elleriyle. Arkadan bağlamıştı. Arasından sarkan düz siyah saçlarını yemenisinin altına gizledi. Hırkasını çekiştirdi banka doğru yürürken. Oturacaktı ki, kadın başını kaldırdı. Ne yapmalı? Dudakları yüreğinin heyecanını söylercesine gülümseyecekken, kadının onu görmediğini anladı. Boşlukta kalan bakışlarını tekrar elindeki anahtara eğdi kadın. Çare yok, oturacak. Belediyenin değil mi bu park? Ne izni, dedi içinden.
Ağaçlar öylesine yoğun ki bu parkta, sesler eşyayla dolu bir odada gibi tok çıkıyor. Parktaki insanlar, büyükçe bir evin odasında gibiler. Kuşlarsa hiç duyulmuyor. Çocukların sesi onları kovalamış.
Pudra kokusu geliyor burnuna. Şu ev, böyle koksa midesi bulanmazdı her halde. Sanki evin dışındaki dünya yalnızca böyle kokuyor hissetti o an. Zayıftı. Zayıflamıştı aslında. Hem merdivenler, hem bulantı, eteklerinin içinde dönmesine neden oluyordu. Gözleri yanındaki kadının yenilikten neredeyse parlayan lacivert eteğine kaydı. Ellerini oturduğu bankla bacakları arasından çekti ve kemikli yanaklarını ovuşturdu farkında olmadan. Renk de gitmiş yüzünden. Semra Hanım bu sabah dedi. Onun kapısının önünü siliyordu ki, kapıyı açmış, bir poşet uzatmıştı. Giymiyormuş onları. Yenilermiş, kıyamamış atmaya. Eve gidince bakmıştı ama içlerinde böyle bir etek yoktu. Keşke olsaydı, dedi içinden. Evde giyerdi. Recep gelince giyerdi. Belki o zaman… Neyse, dedi içinden. İnkâr ediyor nasıl olsa. Ama Hacer Abla görmüş. Elelelermiş. Sebahat’ın büyük kızıydı, dedi.
Yanındaki kadının elleri anahtarı kucağına bıraktı şimdi. Tırnakları cilalı. Ne de güzel kesilmişler. Semra Hanım’ın elleri gibi. Yumuşacıktır da. Krem sür, diyor Semra Hanım. Geçen gün vermişti hatta ama krem ertesi gün yoklara karıştı. Recep’e sormuştu. Bocalamıştı ilkin. Ne bileyim ben, senin kreminden bana ne? Hem neyine krem, demişti. Yoksa Sebahat’ın büyük kızına mı?
Kadın ellerini birbirine kenetlemiş, bir sıkıyor, bir açıyor şimdi. Gergin olmalı. Ne derdi var acaba, dedi içinden. Bu kıyafetlerin, bu cilalı tırnaklı pamuk ellerin ne derdi olur ki? Köye git, demişti Hacer Abla. Teyzene git, gelme daha. Teyzesi, bir de ikinci canı, nasıl bakardı ikisine birden? Köydekiler de öğrenirdi, Sebahat’ın büyük kızını. Gözlerinin altları da çökmüş zayıflıktan, herkesin dilinde gözlerinin altı. Bir Recep görmüyor. Ekmeği dağıttı mı sabahtan, ara da bulasın. Çok tutmazlar kızım Recep’i burada, tembel senin kocan, diyor bir de Hacer Abla. Sen olmasan kimse bu apartmanda barındırmaz bunu.
Pudra kokusu daha bir keskin geldi burnuna. Akşamın alacası gelmek üzere, esinti de arttı. İncecik hırkasına sarıldı iyice. Yanındaki kadın, üzerindeki gömlekle üşümedi mi acaba diye düşündü. Ama kadın tekrar anahtarı eline aldı, şimdi yalnızca sıkıyor onu. Bir de yüzünü görebilse. Çok da kısa olmayan sarıya çalan kumral saçlarını görmüştü yanına oturmadan. Berber eli değmişti belli ki. Kendi kuzgun pırasa saçlarına gitti bir an eli. Yemenisi vardı Allahtan, görünmüyorlar. Düğününde yaptırırsın demişlerdi ama türbanın altını kim görecek. Sıkıdan toplamıştı, bir de örmüştü. Gecesinde Recep çok gülmüştü saçlarına. Bu devirde bu kadar uzatılır mıymış, kes onları demişti. Ertesi sabah, örgüsüne makası dayamıştı. Ona da gülmüştü Recep. Kızım, büyük şehir buralar. Berber denen şeye gidiyor kadınlar burda. Yoluk yoluk olmuş, demişti. Örgüsünü açtığında anlamıştı, her biri ayrı boyda, dökülmüştü omuzlarına.
Tam ortalarına düştüğünde çocukların küçük topu, sıçradı birden. Yemenisine gitti eli, kaymasın diye. Yerinde duruyor neyse ki. Yanındaki kadında hiç hareket yok. Çocukların sesini duymuyor demek. Serinledi iyice hava. Marketten biraz hıyar alıp eve gitme vaktidir dedi içinden. Yoğurt? Az bir şey alacak. Olmadı ben yemem. Recep’e yetse o da olur. Sağlık ocağındaki doktor, yoğurdu, sütü bol tüket demişti.
Kadına bakmak nasıl da istiyor. Ama kadın o kadar kıpırtısız ki, hareket etmeye o da çekiniyor. Rahatsız etmekten korkuyor şimdi. Etrafına bakındı, koşturan çocuklar azalmış. Park sessizliğe gömülecek birazdan. Bir cesaret başını sağına çeviriyor ki, kadın da ona dönüyor. Yüreği neredeyse ağzına gelecek. Ürkek, gülümsüyor. Kadın, sürmeli gözleri, kırmızı rujlu dudaklarıyla tam karşısında şimdi. Ama kırmızılı dudaklar ona gülümsemiyor, sürmeli gözler de onun ardında bir şeye öfkeyle bakıyor. Kalkacakken kalkamaz oluyor yerinden. Onun yerine bir hışım kadın kalkıyor. Ellerindeki anahtar artık tek elinde ve sıkıca kavranmış. Onun ardındaki bir yere yürüyor. Sakin ama neredeyse patlayacak. Gerginliği öylesine duyumsuyor ki o an, kalbi daha bir çarpar oluyor. Buz gibi bir ses geliyor kulaklarına şimdi.
-Neden söylemedin, diyor kadın. Öfkeden titreyen ama bağırmayan sesiyle.
-Anlamıyorsun ki, zamanı değil.
Bu bir erkek sesi. Tedirgin, ürkek ama üzgün değil.
-Neyin zamanı değil?
Öfke yerini intikama bırakmış sanki.
-Biraz daha bekleyelim, söz, her şeyi anlatacağım.
Sessizlik… Akşamın alacası, rüzgârı kovalamış parktan, çıt yok havada.
-Olur, bekleyelim. Anlatacak bir şeyin olduğunda konuşursun karınla.
-Karım… Hamile…
Bu kez sessizlik daha bir ağır çöktü parka. Başını ne çevirebiliyor, ne de yerinden kalkabiliyor. Bir an sonra kadının, parkın taşlarla döşeli yürüme yolunda boğulan ince topuklularının sesini duyuyor. Kısa bir an sonra duruyor topuklular.
-Ben de, diyor kadın. Ve hızla uzaklaşan ince adımlar…
Bekliyor öylece. Kalkmalı, hava iyiden iyiye rengini soldurmuş. Ne midesi, ne dönen başı, ne cacık hepsi silindi düşüncelerinden. Yakınlarda bir yerden gelen sert bir araba kapısı sesi ve lastiklerin ani kalkışlardaki patinajını duyuyor. Başını ardına çevirebildiğinde, parkın çıkışına bakan, takım elbiseli, uzun boylu adamı görüyor. Öylece durmuş, giden arabanın ardına takılmış bakışları.
Yavaşça oturduğu banktan kalkıyor. Hafiften dönen başını hiç umursamıyor o an. Hacer Abla’nın sesi kulaklarında artık.
“Sebahat’ın büyük kızı gebe diyorlar…”
Ellerini ince hırkasının cebine sokuyor. Sağ avucuna geliyor kâğıt beşlik. Köşedeki marketten az bir şey hıyar alacak onunla. Cacığı yapmalı, köyüne dönemez ki…
Neslihan Karaalioğlu Alpagut
14.05.2016
Bir cevap yazın