Odanın dört bir tarafını, dört farklı tablo süslüyordu. Tayfun ve ekibi odaya girdiğinde ilk gördükleri tablolar olmuştu. Ardından yerdeki ölüyü, sonra ölünün arkasında duran bilgisayarı gördüler. Odanın içi leş gibi kokuyordu. Bilgisayar masasının üzerinde bir sürü sigara paketi diğer yanda ise biralar boy gösteriyordu. Ölünün çevresinde titizlikle işlerini yapan görevliler, tepelerinde ise savcı bulunuyordu. Tayfun’un gözleri hâlâ tablolardaydı. Birden kulaklara zarar verecek tonda ağlama çığlıkları bütün odayı esir aldı. Maktulün annesi odaya daha yeni girmişti. Amir, yardımcısı Vahdet’e kaş göz hareketi yaparak anneyi sakinleştirmesini emretti. Savcı, bir iki kelam edip odadan çıktı. Amir cesede yaklaştı. Sabri ilk öksürdü sonra döküldü kelimeler ağzından.
“Amirim merhaba. Maktul Sercan Basan 28 yaşında. Kalp bölgesine iki mermi. Bir parmak izi bulamadık henüz. İkindi vaktinde raporu göndeririz.”
Başkomiser Tayfun, eline eldiven giydikten sonra odanın içinde dolaşmaya başladı. İlk olarak tablolara bakmak geçti aklından. Sanat işlerine hep bir merakı vardı. Lisedeki resim becerisi, piyano dersleri ardından bir tiyatro merakı sarmıştı bütün düşüncesini. Polis olan babası ona, fikirlerinde karışmasaydı şuan bir piyanist ya da oyuncuydu.
İlk tabloyu bir şeye benzetemedi. Paslı ve tozluydu. İkinci tabloda bir adam vardı. Sol tarafına Rıza’nın geldiğini fark etti.
“Amirim kim bu adam? Herhalde maktulün dedesi falan olmalıdır.”
“Dedesi değil. Hollandalı bir ressam, Van Gogh.”
Tayfun bir iç geçirdi. Etrafına bir baktı ve sigarasını yaktı. Vakit kıştı. Aylardan marttı.
“Bu adam,” dedi çektiği sigarasının dumanını üflerken, “Söylenilenlere göre, sevdiği kıza sevgisini göstermek için kulağını kesmiş. Kulağını kestiği doğru ama niye kestiği tam olarak bilinmiyor.”
Siz bir silahla bir kişiyi ancak bir kere öldürebilirsiniz. Fakat aşk sizi mermi kullanmadan defalarca öldürebilir.
“Amirim adamın kalbindeki şu çıkıntı resme dahil miydi?”
Tayfun gözleriyle çıkıntıya baktı. Ardından kapı tarafına. Saçlarını karıştırdı. Rıza halâ tabloya bakıyordu.
“Katil içeri girdi. Ardından maktule iki el sıktı. Fakat istemeden mermilerden birisi tabloya geldi. Ama bu sadece bir tahmin. Rıza tabloyu incelemeye ver. Katil acemi çıktı.”
Tayfun, her ay olduğu gibi eşini görmeye, cezaevine doğru yola çıkmıştı. Kaygan ve buzlu yollarda araba sürmeyi sevmiyordu. Bir de araba eskiyse yarı yolda kalmak gibi bir durum da vardı. Eski sanayinin orada kaldı külüstür. Etrafındaki sokak çocuklarına el edip çağırdı yanlarına. Uzun bir denemeden sonra çalıştı araba. Elleri buz tutmuştu soğuktan ve bu sefer klimayı açtı. Birden soğuk üfleyince biraz kıstı.
Her ay olduğu gibi yine karşı karşıyaydılar. İki hüzünlü insan. İki buruk hikaye. Güçlü bir aşk.
“Ne getirdin bana?” dedi, Betül.
“Hoş geldin demek yok mu? Kendimi getirdim.”
“Onu demiyorum, kitap olarak.”
Tayfun afallamış bir şekilde etrafına bakındı. Yerde duran poşetten kitapları çıkarttı. Masaya koydu. Bir kolunu da kitaplarla beraber uzattı. Belki tutar diye.
“Kitapçıdan aldım, hepsi yeni. İlaçlarını kullanıyor musun?”
Betül tüm güzelliğiyle Tayfun’un karşısındaydı. Bir kadın ancak bu kadar güzel olabilirdi. Ancak bu kadar güzel bakabilirdi.
“Sabahattin Ali… Halil Cibran… Orhan Pamuk… Tamamdır. Haftaya Dostoyevski getir. Bana getirdiğin ilaçlar sinirim için biliyorum. Ama kullanmak istemiyorum.”
“Fakat o ilaçlar senin için gerek…”
Betül’ün sesi bir anda odada yankılandı. Başkomiser olduğu yerde titredi.
“İstemiyorum dedim ya. Anlamıyor musun? Diğer aya Dostoyevski’yi unutma.”
Betül ani bir şekilde kalkıp gitti. Etraftakiler Tayfun’a baktı. O ise ufak bir gülümseme ile sorun yok der gibi bir bakış attı.
Maktulün annesi başkomiserin odasındaydı. Ağlamaktan gözlerinin altı şişmişti. Tayfun elinde çay ile odaya girdi. Çayı anneye uzattı.
“Fadime hanım, tıpkı anneme benziyorsunuz. Benim annem küçük yaşlarda ölmüş. Evlat acısı nedir bilmem ama annesiz büyümeyi çok iyi bilirim. Oğlunuz Sercan nasıl biriydi? Dostu düşmanı kimdi? Bu bilgiler bize lazım.”
Fadime hanım elleriyle göz yaşlarını sildi. Hâlâ hıçkırıyordu.
“Oğlum benim… Sercan küçüklüğünden beri ders çalışan birisiydi. En iyi üniversitede en iyi bolümü okudu. Hani insanın şu hayatta illaki bir düşmanı olur ya… Benim oğlumun yoktu. Üniversiteden bir iki arkadaşıyla konuştuğunu biliyorum sadece.”
Başkomiser saçını karıştırdı. Burnunu kaşıdı. Gözlerini ovuşturdu.
“Peki ya babası, o nerede?
“Babası küçük yaşta vefat etti. Babasız büyüdü kuzum.”
Tayfun ekibin yanına geldiğinde, Nazlı’ya Fadime hanım ile konuşup cenaze işlemini ve arkadaşlarının kim olduğunu öğrenmesini için gönderdi.
Oturup çayından bir yudum aldı. Ardından Rıza’yı dinlemeye koyuldu. Aklı Betül de kalmıştı.
“Sercan, 28 yaşında. Bilgisayar mühendisi. Annesini biliyorsunuz. Babası ölmüş. Komşularıyla konuştuk. Evden hiç çıkmazmış. Kimseyle pek konuşmazmış. Bilgisayarı inceliyorlardı ama bir şey çıkmaz diyorlar.”
Tayfun amir burnunun üstünü kaşıyarak, “Bu apartmanın olduğu yerde market yok mu?”
“Amirim, bir market var. Hemen apartmanın yanında. Fakat açık değildi biz gittiğimizde.”
Tayfun içinde bulunduğu psikolojiden kurtulmanın derdindeydi. Kafasını yiyip bitiren bu dert en yakınından vuruyordu onu. Kalbinden.
“Raporlara göre kalbine 2 mermi. Olay yerinde dediğiniz gibi, katil acemi fakat dersine çalışmış. Bilgisayar açıktı. Bir parmak izi bulamadılar. Susturucu kullanmış amirim. Kapıyı zorlanmadan açmış. İlk mermiyi sıkıyor. İkincisi tabloya. Üçüncüsü kalbin biraz altına, karaciğere isabet ediyor. Olay yerinde bir telefona rastlamadık. Bilgisayar incelemede.”
“Ölüyü kim bulmuştu?”
“Kapıcı bulmuş. Bu bilgisayar mühendisi olduğu için sürekli masa başındaymış. Kapıcıya her gün sabah ve akşam ekmek ve bazı gıdalar getirmesini söylemiş. Kapıcı sabah geldiğinde bulmuş.”
Hayat bize sık sık oyunlar oynayabilir. Dün çok güzel uyandıysak bugün ölmeyi istiyor olabiliriz. Tayfun bu şehre geleli 2 yıl oluyor. Bir yanda delirmek üzere olan eşi diğer yanda çözülmeyi bekleyen bir cinayet vardı. Bu şehir ona birçok şeyi yaşatmıştı çoktan.
JTayfun, Ali İsmail Sokaktan sağa saptı. Yağan Karı saçında hissetti. İçi gerildi. Bir yanda soğuk diğer yanda içinde sönmek bilmeyen ateş. Elleri üşümüş ve kıyafetleri ıslak bir şekilde lokantaya girdi. Etrafa mağrur bir şekilde göz attı. Masaların birinden bir ses işitti.
“Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!”
Şair Fazıldı seslenen. Ona doğru yürümeye başladı. Masaya oturdu.
“Bıkmadın mı halâ şiirden?”
“Benim işim bu Tayfun. Şiir okurum, şiir yazarım. Ben sana diyor muyum bıkmadın mı ölülerden diye. Denk geldik madem içelim biraz, olmaz mı?”
Fazıl eliyle garsona işaret ettikten sonra Tayfun’a döndü.
“Eee nasılsın amirim?”
Tayfun’un aklı Betül’ün kaza yaptığı geceye gitmişti. Hapisten çıkmasına 5 yıl vardı. Gözlerini yavaşça kaldırıp Fazıl’a baktı. Tayfunda onun gibi şair olabilirdi. Bir ressam, piyanist hatta ödüller kazanan bir oyuncu da olabilirdi.
“Daldın gittin be amirim. Bugün ziyaret günüydü değil mi?”
“Bugün gittim yanına. Yine her zamanki gibi saçlarını bağlamış. Çok güzeldi. İlk kitapçıda görmüştüm onu. Yine arkadan bağlıydı o zaman saçları. Bir kitap sormuştu. Almak istiyordu kitabı. Ama birinin tavsiyesini almak istiyordu.”
Fazıl birasından bir yudum alarak, “Ah be amirim… Şunun şurasında ne kadar kaldı sanki. Tekrar birlikte olacaksınız bir gün. Hatırım varsa sıkma canını.”
Tayfun yüzünde ufacık bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme sadece Betül’ü gördüğünde olurdu. Bir gün tekrar güleceklerdi, birlikte. Biralar tokuşturuldu. Hayaller kuruldu. Hesaplar ödendi. Tayfun o karlı günde evine yürüyerek gitti. Yürüyüp giden tek şey zamandı. Durmak bilmiyordu.
Kar sabaha kadar durmak bilmeden yağdı koca şehre. Arabayı çalıştırmak zor olsa da sonunda çalışmıştı. Aynada kendine baktı. Saçlarını düzeltti. Bıyık altından güldü.
Büroya vardığında, Vahdet’in genç bir kadın ile konuştuğunu gördü. Yanlarına doğru gitmeden önce sabah çayını doldurdu.
“Vay be amirime bak sen. Şu saçlara bak.”
Rıza yanlış zamanda sevinmiş olmanın mağrurluğuyla düzeltti duruşunu. Yanında ağlayan bir kadın vardı. İki yabancıyı tanıştırır gibi el hareketleriyle gösterdi.
“Amirim Sercan’ın kız arkadaşı Melike.”
Tayfun eliyle çay işareti yaptı Rıza’ya. Kadının karşısına oturdu. Ellerini tuttu.
“Melike, acını anlıyorum. Ama bizimde işimiz bu. Sercan’ı en son gördüğünde tuhaf hareketleri var mıydı? Neler anlatırdı sana?”
Melike gözyaşlarına engel olmaya çalıştı. Nafileydi. Rıza getirdiği çayı kadının önündeki masaya koydu.
“Memur bey, Sercan ile en son 1 hafta önce konuşmuştum. Her zamanki buluşmamızdı. O aralar çalıştığı şirketten ayrılmıştı. Doğal olarak biraz üzgündü. Ama dikkatimi çeken bir şey olmadı.”
Tayfun eline kağıt kalem alıp şirketin adresini aldı. Cenaze öğleden sonraydı. Cenazeyi kaçırmamak için biraz hızlı davranmaları gerekiyordu. Vahdet ile şirkete doğru yola koyuldular.
Şirket öyle büyük bir bina değildi. İçeri girerken kimlikleri gösterip kontrollerden sıyrıldılar. Şirket yöneticisinin odasını öğrendiler. Yöneticinin odası büyüktü. Ama yönetici bir böcek gibi görünüyordu bu büyük odada. Vahdet kimliği gösterdi. Tokalaştıktan sonra oturdular.
“Lafı uzatmayayım işimiz var çünkü. Eski çalışanlardan Sercan, öldürüldü. Nasıl biriydi ve neden kovdunuz?”
Patron sanki günah işlemiş gibi elini başının üstüne koydu. Ağlamaklı bir üslupla başladı konuşmaya.
“Ah Sercan ah… Sercan bu şirketteki en iyi mühendislerden biriydi. Kim, nasıl öldürür onu… Şirket küçülmeye gidiyordu. Eleman azaltmamız gerekiyordu. Vesselam Sercan zeki biriydi. Elbet bu şirketten ayrıldıktan sonra hemen iş bulacaktı.”
Yönetici dayanamayıp ağlamaya başladı. Tayfun ile Vahdet birbirlerine baktılar.
Bu hayattaki tek gerçek ölümdür. Ölmek için yaşarız. Ölmek için aşık oluruz. Fakat ölüm bizim için hiçbir şey yapmaz. Yapamaz. Bu kadar gerçek olup bu kadar çaresizliktir.
Kar, mezar taşlarının üzerine bir değişik yağar. Sanki beyazlığı, ölülerin günahlarını affedercesine. Cenaze defnedilirken bütün ekip oradaydı. Bir iki toprak da onlar attı. Herkes birbirine anlamsız bir şekilde bakıyordu. Çünkü ev, iş yeri ve sonra da mezara gelmeyi adet edinmişlerdi. İşleri gereği çok gelip gidiyorlardı. Ekip, Sercan’ın arkadaşlarıyla konuştular fakat onlardan da bir şey çıkmadı.
Cinayet ekibi Korkmaz Sokaktan döndüklerinde bir marketin önünde durmaya çalıştı. Kayarak çöp konteynırına çarptılar. Gelip geçenler gülüyordu. Fotoğraf çeken ergen bir liseli de vardı.
Bu market apartmanın yanındaydı ve tek bir tane kamerası vardı. O da tam apartmanın girişine doğru bakıyordu. Arabadan inince soğuğu yemişçesine markete doğru koştular. İçeri aydınlıktı ve topu topu 10 kişi vardı.
Başkomiser ses tonunu biraz yükselterek, “Lütfen market sahibinden başka kimse kalmasın burada. Herkes dışarı çıksın.” dedi.
İnsanlar ne olduğunu anlamadan boş boş bakıyorlardı. Rıza öksürerek lafa girdi.
“Amirimi duymadınız galiba, herkes birkaç dakikalığına dışarı lütfen. Yallah efendiler!”
Herkes elinde ne varsa dışarı doğru hücum ettiler. Market sahibi diye düşündükleri tıknaz adamın yanına gittiler. Vahdet kimliği göstererek daha yanına varmadan girdi lafa.
“Bize kamera görüntüleri paşa.”
Market sahibi adam kekeleyerek lafa girmeye çalıştı.
“M m memur bey neye lazım görüntüler?”
“Öyle, izleyecek dizi ve film kalmayınca ne yapalım senin kamera görüntülerini izlemeyelim dedik. Çekil lan kenara.”
Rıza masada duran bilgisayara elini attı. Başkomiser etrafına bakıyor Rıza ise birkaç şey alıyordu marketten.
“Boşuna bakmayın memur bey. Geçen yıl bozulmuştu kamera. Ben de önemsemeyip yaptırmadım.”
Tayfun ağzından bir iki küfür mırıldandı. Sonra hep bir ağızdan öksürdüler.
Başkomiser dışarı çıkıp etrafına bakındı. Bu marketten başka bir de ileride vardı fakat apartmana yakın değildi.
Cinayet üçlüsü arabada ilerliyorlardı. Biraz ses olsun diye açtıkları müzik çok ses yaptığından, Tayfun sonuna kadar kıstı sesi. Vahdet arka koltukta oturan Rıza’ya döndü.
“Ne zamandır para biriktiriyorum şöyle bana yakışır bir araba almak istiyorum. İkinci el de olabilir sıfır kilometre de.”
Rıza sağındaki cama bakıp, “Bayağı iyi bir şey olsun istiyorsun yani?” dedi.
Başkomiser dikiz aynasından Rıza’ya baktı. Bir an göz göze geldiler. Ardından Vahdet önüne dönüp gülümseyerek, “Şu cenaze sırasında uzakta duran araba vardı ya, onun gibi olsun yeter. Gösterişli.” dedi.
Başkomiser bir an duraksadı.
“Bir dakika. Neyin nesiydi o araba? Ben görmedim.”
“Haberin yok mu amirim? Ama sen o an da toprak atıyordun. Böyle milletvekili aracı gibiydi. Neydi o kelime… makam aracı gibiydi. Zaten bir dakika bile durmadan gitti.”
“Plakayı gördünüz mü?”
Rıza bir şeyi anlamak ister gibi öne doğru uzandı.
“Neden ki amirim, ne vardı o araçta?”
Başkomiser Tayfun fazla eşelemeden kapattı konuyu.
Büroda her şey olağan hızında devam ediyordu. Çaylar gidip geliyordu. Ekip aralarında konuşurken odaya orta yaşlarda bir adam girdi. Üçlü, bu adamın kim olduğunu ilk bakışta hatırlayamadı. Fakat Rıza biraz daha dikkatli bakınca anladı.
“Hoş geldin kapıcı buyur otur şuraya.”
Odanın ortası hariç yukarı kısmı dumandan gözükmüyordu. Soğuk olmasına rağmen pencereyi açtılar. Vahdet kapıcıya çay almaya gitti. Kapıcının gür bıyıkları ve sakalları vardı. Kıyafeti biraz eskiydi. Kafasında ise bir şapka vardı.
Başkomiser uzandığı koltuktan doğruldu.
“Ben Tayfun, Tayfun başkomiser. Anlat bakalım şu mühendisi.”
Amirin çayı tazelendi. Kapıcı da çayına iki şeker atıp başladı konuşmaya.
“Amirim hoş buyurun. Benim dil biraz bozuk. Türkçe pek konuşamıyorum. Kürdüm ben. Adım Mehmet. Bu mühendis çocuk. Pek konuşmazdı. Sadece getir götür işlerini yapardım. Başkada bir şey bilmiyorum.”
Vahdet hiddetlenerek, “Nasıl bilmezsin kapıcı? En son sen gördün. Bu apartmana giren çıkan tuhaf biri görmedin mi?”
Başkomiser, üzerine fazla gitme, der gibi bir bakış attı.
Kapıcıya bir sigara uzattı ve, “Tamam kapıcı. Aklına gelen herhangi bir şeyde hemen buraya gel tamam mı?”
Kapıcı sigarayı korkarak ve etrafına bakarak yaktı. Bir duman çektikten sonra aklına bir şey gelmiş gibi gözleri açıldı. Heyecandan ayağa kalktı ve aynı heyecanla tekrar oturdu.
“Memurum daha yeni aklıma gelen bir şey var. Bizim apartmanda pek zengin kesiminden insanlar oturmuyor. Ben onun öldürüldüğü gece sanki farklı bir araba gördüm apartmanın önünde. Daha önce öyle bir araba park edilmemişti apartmanın önüne.”
Başkomiser Tayfun bir şeyi hatırlamak istiyordu. O an da kendisi de bilmiyordu. Gözleri odanın içini yokladı. Birden gözleri kapıcıya döndü.
“Mehmet bey bu araba nasıldı? Yanı zengin bir kimsenin arabası mıydı?”
Kapıcı sigarasından çektiği son dumanı üstüne üfledi ve boğazını düzelterek, “Şey, ben o arabaları sadece haberlerde görüyorum memurum. Genellikle devlet kademesinden insanların oluyor. Milletvekili mesela.”
Cinayetin üstünden 2 gün geçmişti ve ekip bir arabadan başka hiçbir ize rastlamamıştı. 3. Günün akşamı büroya biri girdi ve katil benim dedi. Katil kapıcıydı.
Cinayet üçlüsü ve kapıcı sorgu odasındaydılar. Başkomiser Tayfun kapıcının karşısına geçti ve başladı sormaya.
“Neden işledin cinayeti kapıcı?”
Kapıcı yüzünü kaldırmadı. Buruk bir sesi vardı.
“Amirim ben 40 yaşındayım. O çocuk günlük emir verip duruyordu. İlk başta önemsemedim ama daha sonradan sinirimi bozmaya başlamıştı. Durmadan şunu getir bunu götür deyip duruyordu. Beni insan yerine koymuyordu. Önceden silahlara merakım vardı. Yıllar öncesinden bir silah almıştım ve hep evimdeydi. O gün de yine sinirim tepemdeydi. Çektim vurdum.”
Katil mahkemeye sevk edilirken cinayet ekibi arkalarındaydı. Vahdet dayanamayıp atıldı.
“Amirim ben bu adamın katil olduğuna inanmıyorum. Yani nedense yanlış kişi gibi geliyor.”
Rıza da onaylar gibi başını salladı. Kapıcının ailesine doğru yola koyuldular. Apartmanın ilk katında oturuyorlardı. Kapıyı ikinci kez çalışlarında açıldı kapı. Kapıyı açan bir kadındı. Ağlıyordu. Kimlik gösterildi ve içeriye girdiler.
Kadın bir şey ikram etmek istese de ekip kabul etmedi. Amir boğuk sesini düzeltti.
“Hanımefendi çok üzgünüz ama sormak zorundayız. Neden? O cinayet işleyecek bir adam mıydı sizce?”
“Değildi. Bilmiyorum. İnsan bu, her şeyi yapar sonuçta…”
Üçlü daha fazla kalmayıp çıktılar evden. Tam apartmandan çıkıyorlardı ki başkomserin aklına bir şey geldi. Durdu. Onun durmasıyla herkes durdu. Anlamayan gözlerle bakıyorlardı başkomsere.
“Şu öldürülen Sercan, hangi katta yaşıyordu?”
Rıza kekeleyerek, “3. kat 6. Daire amirim.” Dedi.
Cinayet amiri birden, yemini daha yeni yemiş atlar gibi yukarıya doğru koşmaya başladı. Basamakları ikişer üçer çıkıyordu. Diğer ikilide ne olduğunu anlamamıştı. Onlarda başladılar koşmaya.
Sonunda kapının önüne gelmişti amir ve geriye doğru çekildi. Bir omuz darbesiyle kapı yerdeydi. Gözleri hemen tabloları aradı. Tabloların yanına koştu. Birinci tablo ikinci tablo derken üçüncü tablonun arkasındaki duvara gizlenmiş bir paket buldu. İlk başta inceleyip ne olduğunu anlamaya çalıştı. O arada Vahdet ve Rıza girdi odaya. Paketin içinden bir CD çıktı. Sercan’ın bilgisayarının açılması 1 dakika sürdü. Vahdet bilgisayar başına geçip CD’yi taktı. Video 2 dakikaydı ve videoda bir milletvekili rüşvet alıyordu. Milletvekilinin ismini öğrenmek 1 dakika evine baskın yapmak 30 dakika sürmüştü. Sonunda sorgu odasında gerçek bir katil vardı.
Milletvekilinin karşısında sadece başkomiser vardı. Bir sigara yaktı ve yukardan aşağı süzülen ışığa doğru üfledi. Milletvekili sadece düz oturuyordu ve pişman olmuş gibi bir tavrı yoktu.
“Anlat bakalım vekilim neden öldürdünüz Sercan’ı?”
Vekilin gözünde bir ışık belirdi fakat sigara dumanı söndürdü ışığı.
“Bu Sercan bana ulaştı bir gece. Böyle böyle bir video var elimde dedi. Elli bin lira nakit vermezsen yarım saat sonra sosyal medyaya videoyu koyacağını söyledi. Ben de evinin adresini aldım. Sonrası malum.”
Başkomiser sigarayı kulluğa bastı.
“Bu kapıcı meselesi, onu da anlat.”
“Sercan’ı öldürdüm ve tam apartmandan çıkıyordum ki bu kapıcıyı gördüm. Dışarıdan bakınca kandırılmaya hazır biri gibi duruyordu. Ben de suçu üstlenirse ailesine daha iyi şartlarda bakacağımı söyledim.”
Bir cevap yazın