Berkant, gelir durumu orta halli, eskilerin tabiriyle orta şekerli bir ailenin Kolej’de burslu okuyan tek oğluydu. Lise son sınıfta ehliyetini almış, kendisinden yaş olarak bir yaş küçük ama aynı sınıfta okuyan arkadaşı Mevlüt’e direksiyon ve şoförlük dersi veriyordu. Şehirden biraz uzakta sakin köy yollarında talim yapıyorlardı.
Yolda giderlerken Berkant’ın gözü yol üstündeki tek katlı okul binalarına ve bahçede oyun oynayan çocuklara takılıyordu. Çocukların kıyafetlerinin eski ve yıpranmış oldukları uzaktan bile belli oluyordu. Kendisi de kıyafetlerini uzun süre giymek zorunda kaldığından hemen anlamıştı. Annesi kıyafetleri çekmesin diye çok yüksek derecelerde yıkamıyordu. Mevlüt’e dönüp, “Bu çocuklar da bizim gibi çocuklar. Ama, üniversite sınavında bizimle nasıl yarışsınlar. Okullarının ve kıyafetlerinin bile durumu ortada. Nasıl adaletsiz bir dünya bu” demişti. Mevlüt kendisine hak vermiş, “Ama yapacak bir şey yok. Dünyanın kuralı böyle” demişti.
Berkant arkadaşına dönüşte tarlada çilek toplayan çocukların yanında duralım dedi. Çocuklar büyük bir heyecan ve hevesle işlerini yapıyorlardı.
Berkant “Yakışıklı bakar mısın ?” dedi.
İçlerinden boyu biraz daha uzun, bakımsızlıktan ince yapılı, ama gözleri pırıl pırıl olanı onlara yaklaştı. “Buyur ağabey” dedi.
“Adın ne senin ?”
“Burhan ismim, ağabey” dedi çocuk.
“Benim de adım Berkant ve bu da arkadaşım Mevlüt” dedi Berkant.
“Bize çileklerinden bir kilo satar mısın ?” diye sordu Berkant.
“İkramım olsun ağabey, satmak ne demek. Sen buraya kadar gelmişsin. Tanrı misafiri sayılırsın.” dedi Burhan.
Berkant arkadaşı Mevlüt ile yolun kenarına oturdu ve yanlarına Burhan’ı da alarak hem sohbet ettiler hem de belki bir kilo değil ama birer avuç çileği afiyetle yediler. Hepsinin genzinde tarladan yeni toplanmış taze çileğin tadı ve lezzeti kalmıştı.
“Burhan sen okuyor musun ?” diye sordu Berkant.
“Okuyorum ağabey. Orta ikideyim. Yazın da aileme yardım ediyorum. Ama liseye gidebilir miyim bilmiyorum. Babamın başka çocuğu yok ve yaşlanıyor. Tarlaya benim sahip çıkmam gerekecek gibi.” dedi Burhan.
Berkant ve arkadaşı, “Çilekler için çok teşekkür ederiz. İnşaallah okumaya devam edersin” diyerek oradan uzaklaştılar.
Arabaya doğru giderken, sanki içi eziliyordu. İçinden ama bu haksızlık diye haykırası geliyordu.
Onun okuduğu Koleje sırf ailelerinin zoru ile gelen, okulu külfet gören zengin çocuklara tanınan imkanların onda birine razı bu delikanlıya ailesi istese de o şansı tanıyamıyordu.
Berkant, o gün mutlaka buna yapılacak karınca kararınca bir şey vardır diye düşündü.
Bu konuda neler yapabileceğini aklında şöyle sıralamıştı.
Aslında şehrin çok yakınında olan, ama şehrin imkanlarından mahrum olan o okullardaki çocuklara burs verebilirdi. Belki o okulların eksiklerini giderebilirdi. Ama, en uzun soluklu çare ise Meslek Okulu inşa edip, köylerden iş bulma imkanı yüksek çocukların eğitim almasını sağlamaktı. Böylece, insanların kendilerine olan güvenleri de artacaktı. Şartlar eşit olmasa da eşite yakın hale getirilecekti.
İlerde iş hayatında başarılı olursa karınca kararınca böyle eğitim ateşi ile yanan gençlere destek olmaya kendi kendine söz verdi ve and içti.
Berkant, okulunu başarı ile bitirip, üniversitede makine mühendisliği bölümünü kazanmıştı. Oradan da mezun olunca hayata atılmıştı. Arkadaş çevresinin genişliği sayesinde kısa sürede kendisine ufak bir şirket kurmuş, ihracat yönelince de orta ölçekli bir firma haline gelmişti. Çok sayıda insana ekmek veren firma sahibi konumuna ulaşmıştı.
Berkant, hayatı boyunca “İmtiyazlı Azınlık”tan hiç haz etmemişti. Hayatın başlangıçta diskalifiye ettiği gençlerin başarı hikayelerini okudukça keyif almıştı hep.
Berkant, şirketinin işleri iyi gidince, hemen aklında sosyal sorumluluk projesini yakın arkadaşlarına açmış ve onların da desteği ile bir vakıf oluşturmuşlardı.
Vakıf adına, Milli Eğitim Müdürlüğü ile görüşmeler olumlu geçmiş ve okul yapımı için büyükçe bir hazine arazisi tahsisi yapılmıştı. Müteahhit bir arkadaşının da desteği ile asgari bütçe ile üç katlı Teknik Meslek Lisesi binasını iki yıl içinde inşa etmeyi başarmışlardı. Okula vakfın adını değil, o köyün adını vermişlerdi. Onun yaptığı bir cömertlik değil, o köyün hakkı olan hizmetin sahibine iadesiydi ona göre. Vesile olması projenin veya okulun sahibi olmasını gerektirmiyordu.
Okulun personeli de Milli Eğitim Müdürlüğü’nce özenle seçilmişti.
Vakfın ilk icraatı olan Teknik Meslek Lisesi’nin açılış günü nihayet gelmişti. Açılış konuşmalarını Vali ve Belediye Başkanı yapmış, sıra Vakıf adına konuşmak üzere Berkant’ın konuşmasına gelmişti.
Berkant kürsüye çıkınca öğrencilerin hepsi sanki ona Burhan gibi gözükmüştü.
“Bu okulu kurarken bize tüm destek olan kişilere sadece tek bir hedeften bahsetmiştim. Fırsat eşitliğinin sağlanması. Bu ülkenin fakir çocukları da zengin çocukları kadar iyi eğitimi ve yaşamı hak ediyor. Bu dengeyi sağlayabilirsek toplumumuz da sürekli ötekileştirme yerine bir ve bütün olmayı becerir, atalarımızın yolundan gitmeyi başarır. Bunda benim ve arkadaşlarımın zerre kadar katkısı olduysa ne mutlu bizlere” diyerek sözlerini tamamlamıştı.
İçinden ise “Burhan, umarım beni duyuyorsundur. Sana verdiğim sözü tutma imkanım oldu sonunda. Sana değil belki ama senden sonra gelen Burhan’lara dokunmak nasip oldu.” diye geçirdi.
Berkant görevinin burada bitmediğini biliyordu.
Kendisine sağlandığı gibi o da öğrencilere başarı bursları vermeye başladı. Mezunların iş bulabilmesi için Ticaret Odası’nda adeta okulun insan kaynakları müdürü gibi çalıştı.
Bugün firmasına girip, odasına geçince sekreteri günlük bilgileri aktardıktan sonra bir baba ve oğlunun kendisi ile görüşmek istediklerini, ama randevularının olmadığını iletti.
Berkant, içeri alınmalarını istedi sekreterinden.
İçeri giren babanın çiftçi olduğu üst başından ve ayakkabılarındaki çamurlar kadar nasırlı ellerinden de hemen anlaşılıyordu. Yanındaki oğlu ise kahverengi gözleri pırıl pırıl bakan, civa gibi bir delikanlıydı.
Berkant, “Buyrun beni görmek istemişsiniz. Sizin için ne yapabilirim.” dedi.
Çocuğun babası “Biz sizin yaptırdığınız okulun hemen yanındaki köyden geliyoruz. Ben senelerdir o köyde çiftçilik yaparım. Köyde kimsenin gelecek ile ilgili fazla bir umudu yoktu. Çocuklar da ya çiftçi olarak yanımızda kalır ya da şehre gidip fabrikalarda işçi olarak çalışırlardı. Ama, okul açılınca çocuklarımızın bazıları o okula gidebildi. Benim oğlum da onlardan birisi. Bu sene mezun oldu ve üniversiteyi kazandı. Sana teşekkür etmeye geldik. Allah senden razı olsun” dedi.
Berkant ise “Ne haddimize. Ben sadece elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım.” dedi.
Kendisine getirdikleri kestane şekerini de beraberce ve gözleri nemli bir şekilde, ama keyifle yediler.
Berkant o gün kendi kendine “İyi ki o gün vicdanım sızlamış ve beni doğruya yöneltmiş. Demek ki bir tohum atılınca mutlaka bir gün meyve veriyormuş. Köylerin ve insanların kaderini değiştirmek için biraz iyi niyet ve gayret gerekiyormuş.” diye düşündü.
Berkant’ın artık onu seven iki evladının yanı sıra onu bir baba olarak gören ve onun sayesinde umudu yeniden keşfeden güzel kalpli, pembe yanaklı ve artık nasırlı değil, kalem tutan elleri olan pek çok çocuğu da olmuştu.
Sorumluluğu artsa da bu onun sadece mutluluğunu arttırmıştı.
Bir cevap yazın