“Tüm muhteşem hikâyeler, iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da
şehre bir yabancı gelir.” (Tolstoy)
2013 Şubatı’ydı, sıklıkla ürünlerimi paylaştığım, Ekin Sanat dergisinin editörü
Mehmet Özgür Ersan’dan bir davet aldım.
Ekin Sanat Düşün ve Edebiyat Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ali Öner’in himayesinde bir edebiyat atölyesi düzenliyormuş,
derginin Kadıköy’deki ofisinde. Atölyeye benim de katılmamı ve öykücü olduğum için, 24
Şubat 2013 tarihindeki “Öyküye Kuramsal Giriş” başlığı altındaki ilk sunumu da benim
yapmamı istiyordu.
Severek kabul ettim.
Laf arasında kitabım İlahi Adalet Komünizm’le ilgili benimle söyleşi yapacak kızın da
atölyede olacağını söyledi.
O zamanki edebiyat atölyeleri genellikle hafta sonları yapılır ve her hafta bir konu üç-
dört saat boyunca etraflıca tartışılırdı beyin fırtınası ya da seminer formatında ortaya karışık.
Lüks mekânlarda yapılan PowerPoint’li sunumlar, yaratıcı yazarlık atölyeleri, workshoplar,
sanatın piyasalaşması sürecinde, sonradan icat edildi.
Ertesi gün Bir LYS edebiyat hazırlık kitabı bulup biraz ondan, biraz da Google’dan
yararlanarak bir sunum dosyası hazırladım kendi el yazımla, kendimce eski tarihli boş bir
ajandaya.
Pazar günü yapacağım sunuma birkaç gün önceden hazırdım. Birkaç sefer de prova
ettim kendi kendime.
“… Yaşanmış veya yaşanması mümkün olayları; kişi, yer ve zamana bağlı olarak
anlatan yazı türüne öykü ya da hikâye denir. Tanımda geçen olay, kişi, yer, zaman ve anlatım
biçimine hikâyenin unsurları diyoruz. Öykü temel olarak üç bölümden oluşur: serim, düğüm
ve çözüm… Serim: Öykünün giriş bölümü olup olayın geçtiği çevre ve kişiler (karakterler) bu
bölümde tanıtılır. Düğüm: Öyküde geçen olayın/yaşantının bütün yönleriyle anlatıldığı ve
okuyucunun meraklandırıldığı (düğüm atılan) kısımdır. Çözüm: Öykünün sonuç bölümü olup
düğümün çözüldüğü, merakın giderildiği bölümdür…”
Dergi ofisi, karşıda Kadıköy Osmanağa Mahallesi Nüzhetefendi Sokak’ta Başaranoğlu
İş Hanı’nın 4. katındaydı ve sunum saatim de 14.00’tü.
Her ihtimale karşı cumartesi akşamı geç saat evi temizlemeye karar verdim: Elektrik
süpürgesini çalıştırdım, pencerelerin görünür yerlerini sildim, banyo ve lavaboyu ovdum,
mutfağı temizledim, görünür yerlerdeki örümcekleri ve hamamböceklerini öldürdüm, küllüğü
boşaltıp yıkadım, birikmiş bulaşıkları makineye koydum, banyoya temiz havlu koydum, biten
tuvalet kâğıdını yeniledim.
“… Kabaca anlatı tarihini iki büyük döneme ayırmak mümkün: Birincisi geleneksel
dönem ya da destan dönemi dediğimiz ilk dönem… İkincisi Don Kişot’la başlayan roman
dönemi…”
Ertesi gün sabah dokuzda kalktım. Dünden kalan çayı ısıtıp ayaküstü zeytin, peynir
kahvaltımı yaptım, tam hazırlanıp çıkacakken kapı çalındı. “Bekle” diye bağırdım üstüme
gömleğimi geçirirken kapıyı çalan meçhul kişiye. Kapıyı açtım, postacı; elinde büyük bir zarf.
Zarfı alıp kapıyı kapattım, postacının merdivenlerden indiğini dış kapıyı kapattığını
duydum. Bursa’dan geliyordu zarf. İçinde dergi vardı. Çalışma masama öylece bırakıp
pencereyi açtım.
Aklımda yapacağım sunum, notlarımı, Nokia cep telefonumu çantama koyup evden
çıktım.
Haseki Durağı’ndan tramvaya binip İstanbul’un bunaltıcı kalabalığına karıştım.
Havada hafiften kar havası var.
“… Bugünkü anlamdaki ilk öykü, İtalyan yazar Giovanni Boccaccio (Covanni
Bokaçyo)’nun “Decamaron (Dekameron)” adlı öyküsüdür. Öykü türü bize Tanzimat’la
birlikte girmiştir ve batılı anlamdaki ilk öykü, Ahmet Mithat Efendi’nin “Letaif-i Rivayat”
adlı eseridir…”
Eminönü Durağı’nda indim tramvaydan. Kadıköy vapuru hemen yolun karşısındaki
iskeleden kalkıyordu.
İskeleye geldiğimde vapurunun kalkmasına yirmi dakika kaldığı yazıyordu içerdeki
ışıklı panonun üzerinde. Girmeden bitişikteki büfeden bir BirGün gazetesi aldım, akbil basıp
turnikeden geçtim boş bir banka oturup vapurun kalkmasını beklemeye başladım.
11.50 vapuru 11.40’ta geldi, suları köpürterek iskeleye yanaştı. Uzunca bir süre
içindeki yolcuların inmesini bekledik. Vapur boşaldıktan sonra dışarıdan zincirli kapının
açılmasıyla birlikte vapura doğru ağır ve toplu bir yürüyüş başladı.
Vapurun en üst katında üstü açık yerde bir koltuğa oturdum. Ayak ayak üstüne atıp
gazetemi açtım. Vapur çok beklemeden hareket etti.
Kız Kulesi’ne geldik gelmedik, üşüdüğümü hissettim, aynı katta bulunan kapalı
bölmeye geçtim.
Gazetenin üçüncü sayfasına geldiğimde, o meşhur anons duyuldu.
“Değerli yolcular, can güvenliğiniz için, vapur iskeleye yanaşırken iç halat mahalline
girmeyiniz ve inişleri sürme iskeleden yapınız!”
Gelmiştik Kadıköy’e. Gazeteyi koltuğumun altına sıkıştırıp inmek için kalabalığın
arkasına takıldım.
Vapurdan en son ve en sakin inen kişi bendim. İskeleden ayrılmadan derin derin
çektim içime deniz kokusunu. Montumun yakalarını dikleştirip Rıhtım Caddesi’nin karşı
tarafına geçtim, Altıyol’a çıkan yolda yürümeye başladım.
“… Olay Öyküsü: Bir olayın serim, düğüm ve çözüm planına sadık kalınarak
anlatıldığı öykü çeşididir. Fransız yazar Guy de Maupassant (Güy dö Mopasan) tarafından
bulunduğu için “Mopasan Tarzı Hikâye” de denir. Bu tarzın bizdeki önemli temsilcileri
Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal, Refik Halit
Karay, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Hüseyin Rahmi Gürpınar
olarak sayılabilir…”
Başaranoğlu İş Hanı’nın önüne geldiğimde plastik kordonlu ucuz Casio F-91W saatim
12.30’u gösteriyordu. Adidas marka omuz çantamın kayan askı kayışını yerine oturtup iş
hanının sıvası dökülmüş her daim rutubet ve sidik kokan dik merdivenlerine bilmem kaçıncı
kez tırmandım.
Dördüncü kattaki Ekin Sanat Dergisi İstanbul İl Temsilciliği’nin açık kapısından içeri
baktığımda gelen birkaç kişiyi gördüm, hepsi de tanıdık yüzlerdi. Boş koltuklara yayılmışlar
ikinci el BlackBerry telefonlarını karıştırıyorlardı. Ali abi camdan sarkmış gelecek birine
adres tarif etmekle meşguldü, geldiğimi görmedi. Dergiye bitişik TSİP il binasının kapısı da
açıktı Pazar olmasına rağmen, bir görevli üstünkörü temizlik yapıyordu içerde.
“Evet evet… Boğa heykeline çıkan yoldan… Evet… Vapurdan inince hemen karşıya
geçin… Bizim tabelayı görürsünüz zaten… Bulamazsan yine ara… Tamam, sorun değil, çağrı
at ben ararım…”
Geldiğimi gördü nihayet.
“Osman…”
“Ali abi…”
Birbirimize sarıldık.
“Nasılsın kardeşim?”
“İyiyim iyiyim çok iyiyim…”
“Geri dur,” dedi Ali abi, “bir bakayım sana.” Bir adım geri gittim sırıtarak. “Zayıfsın.
Kilo vermişsin,” dedi.
Yaşlı, beli bükülmüş, yenilmiş bir insandı Ali abi… Ayaklarıyla problemi varmış gibi
yürüyordu… Yaşı da yetmişin üstünde gösteriyordu…
“Valla sen de hayatı tersten yaşıyor gibisin Ali abi, sürekli gençleşiyorsun
maşallah…”
“Yok be Osman’ım yaşlandık artık, yaş yetmiş iş bitmiş…”
“Öncelikle merhabalar… Hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum… Ben Osman
Akyol, öykücüyüm…”
“… Tarzınız edebiyatta yeni bir çığır açtı üstat…”
“… Ali abi nasıl ekip bu ya, bir tane donanımlı adam yok…”
“… Olum sen benim dediğime ne bakıyorsun lan, ben sana git şu balkondan aşağı
kendini at desem atacak mısın?”
“… Bir taraftan öyküler yazarken bir taraftan da öykünün teorik sorunlarıyla
ilgileniyorum…”
“… Böyle gidersen alkol komasından öleceksin abi… N’apim olum bağımlıyım,
bırakamıyorum… N’apsak, seni bir kliniğe falan mı yatırsak?”
“… Türk öykücülüğünün önemli seslerinden biri…”
“… Kurmaca, bir anlamda, insanın ve hayatın yeniden yaratılması sanatı…”
“… Kurabiyeler taze, tuzlulardan ye…”
“… Durum Öyküsü: Günlük yaşamın herhangi bir kesitini alıp anlatan öykü çeşididir.
Başı ve sonu yoktur. Mesaj kaygısı güdülmez. Meraktan çok duygu ve hayallere yer verilir.
Çevre ve kişiler uzun uzun betimlenmez. Olayların akışı okuyucunun hayal gücüne bırakılır.
Bu tarzı Rus öykücü Anton Çehov bulduğu için “Çehov Tarzı Hikâye” olarak da adlandırılır.
Bu tarzın bizdeki önemli temsilcileri Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal, Tarık
Buğra ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dır…”
“… Bir de alengirli dükkân ismi bulduk mu, yürüyüp gideriz oradan…”
“… Eylem dost çok tehlikeli sularda dolaşıyorsun… Ali abi şu kıza bir şey söyle, valla
başına iş alacaksın…”
“… Sonuç olarak öykü yazmak ısrar ve adanmışlık istiyor…”
“… Amaç tüketimi azaltmak, doğanın dengesini korumak…”
“… Moruk ya ben bayıldım bu konsepte…”
“… Yazma serüvenimde nereden nereye geldiğimi görebilmem adına yazdıklarım bir
ayna oldu diyebilirim…”
“… Valla ben biraz inzivaya çekildim üstadım, gözlerden ırak bir hayat sürüyorum…”
“… Seni hangi rüzgâr attı buraya?”
“… Kitaba da adını veren o öykü…”
“… Çok satan reyonunuz nerede diye sordum görevliye…”
“… Modern Öykü: Öncülüğünü Fransız yazar Franz Kafka’nın yaptığı bu türde
olaydan çok olayın psikolojik perde arkası anlatılır. Varoluşçu çizgideki bu türde, hiçbir
toplumsal kaygı güdülmeden, büyük kentlerdeki yozlaşmış tipler, toplumsal bozukluklar,
cinsel sorunlar felsefi bir yaklaşımla ironik bir üslupla anlatılır. Bu türün bizdeki en önemli
temsilcisi Haldun Taner’dir…”
“… Bahçedeki havuzumuzla, sensörlü lambalarımızla, ortopedik yataklarımızla
tıkıldık kaldık yazlığa…”
“… Eserlerim… Hepsi çocuğum gibi…”
“… Üstat, “Hayırsever Köy İmamı” öykünde köylü imajını biraz fazla mı zorladın
ne?”
“… Edebiyat dünyasında yeni bir soluk…”
“… İlham bir fark ediş anıdır. Cahit Sıtkı’nın dediği gibi: Geç fark ettim taşın sert
olduğunu/Su insanı boğar, ateş yakarmış…”
“… Mail olarak atarsanız bana, okurum…”
“… Hayat hepimizi farklılaştırır. Bu farklılaşma bizi hem biricik yapar hem de
yalnızlaştırır…”
“… Ben halihazırda üç edebiyat dergisine ürün yolluyorum…”
“… Bütçe ne?”
“… Kafka’nın Böcek’i artık bir böcek değildir. Aslında o insan da değildir. Modern
toplum eleştirisinde, o modern toplumun içerisinde sıkışıp kalmış insanı tasvir etmek için
kullanılmış bir metafordur…”
“… Sen yazar olacaksın da ben de göreceğim…”
“… Empati kurma, kurmacanın önemli bir parçası…”
“… Üç günlük dünya… Bu dünyada paradan daha değerli şeyler de var…”
“… Türk edebiyatını daha ileri seviyelere taşımaya çalışan bir grup sanatsever…”
“… Başı sonu belli değil, konu bütünlüğü yok, anlamsız metaforlar…”
“… Anlatabildim mi? Hayır, ama çabanı takdir ediyorum…”
“… Ben başta kafiyeli şiir yazıyordum, serbest şiire sonradan geçtim…”
“… Şiir bir yaşam biçimi; sabah şiirle kalkarsın, akşam şiirle yatarsın, şiirle nefes
alırsın, şiirle konuşur şiirle yürürsün, çayı şiirle karışık içersin, meramını şiirle anlatırsın…”
“… Ölümsüz bir yazar olmanın ön koşulu ölmektir…”
“… Teoriyle pratik aynı şeyler değil… Mesela Einstein: Gömleğinin düğmelerini
düzgün ilikleyemiyormuş, neden? Neden? Dahi de ondan…”
“… ‘Bir insana güvenip güvenemeyeceğini anlamanın tek yolu, ona güvenmektir’,
demiş Ernest Hemingway…”
“… Hayat bazen çok kırıcı oluyor…”
“… Ülkemizde her yıl verilen Sait Faik Hikâye Armağanı, Haldun Taner Öykü Ödülü,
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü gibi ödüller öykü türündeki prestijli ödüller…”
“… İyi içerik satmıyor, dünyanın her yerinde bu böyle…”
“… Sonbaharın dökülen o hüzünlü sarı yaprakları…”
“… Olay denildiği zaman aklımıza anlatılabilir bir hadise gelmemelidir. Olay bazen
zeytin tanesinin parıldadığı kahvaltı sofrasının betimlenmesinde başlayıp bitebilir, hayatın
cıvıl cıvıl aktığı bir sokağın resmedilmesinde aktarılabilir, kendi düşüncelerine saplanıp kalan
bir kahramanın monoloğunda tezahür edebilir…”
“… Kışın dökülen lapa lapa karlar…”
“… Sahilde uzaklara bakıp iç çekmeler…”
“… Orayı kat karşılığı müteahhide vermişler…”
“… Şarjım bitti, powerbanki olan var mı?”
“… Gerilim ve çatışma kurgunun enerjisini sağlar. Gerilim, istek ve engel üzerine
kurulur…”
“… Artık son düzlüğe girdik dergi haftaya çıkıyor beyler…”
“… Şimdi bir kıza âşık oldu, aklı bir karış havada…”
“… Elbette romanlarda daha etraflıca çizilmiş, kendisiyle birlikte yolculuğa
çıktığımız, onunla evrildiğimiz, büyüdüğümüz karakterlerle tanışırız. Öykü türünde bu tür
büyük karakterlerle karşılaşmak enderdir. Öykü, kısalığı nedeniyle, bir kahramanın
geçmişiyle, arka planıyla tanıtılmasına ve onunla uzun bir anlatıya dâhil olmaya imkân
vermez. Öyküde yaşamdan kesitleri, anları okur ve yazarın bizi davet ettiği duygulara dâhil
oluruz…”
“… Lüzumsuz bir atar yedim sabah sabah Jale’den…”
“… ‘Kendinizi on yıl sonra nerede görüyorsunuz?’ diye sorarlar ya mülakatlarda…”
“… Karadenizli burnu var bende…”
“… Modern ve post-modern dönemlere geldiğimizde artık mekânın doğrudan doğruya
romanın bir kahramanına dönüştüğüne tanıklık ederiz… ‘Huzur Sokağı’, ‘Matmazel
Noraliya’nın Koltuğu’, ‘Kiralık Konak’…”
“… Senin gibi insanlar işe girerse belki ortamın kalitesi de yükselir…”
“… Nasılsın? Yani iyi diyelim iyi olalım işte, sen? İyiyim ben de…”
“… Evet, oldu öyle bir şeyler… Doğru yani?”
“… Cesurca, yüreklice gerçekleri dile getirip doğruları söyleyebilen kaç yazar var
günümüzde?”
Yemek molası… En sevdiğim zaman dilimi… Tepsi, çatal, bıçak, bardak ve birkaç
peçete alıp yemeklere doğru ilerledim… Gereksiz rekabet yoruyor insanı…
“… Bu arada olan bana oluyor, sürekli iki ateş arasında kalıyorum…”
“… Misafirsin sen, senin paran burada geçmez…”
“… Bir kadınla beraber olmak tüm zamanını alıyor insanın…”
“… Bir gece onu beklerken içimde bir şeyler koptu, sonra da toparlayamadık
ilişkiyi…”
“… Donuk bir çocuktum ben, etrafım kuşatıldığında bile dehşete kapılmazdım…”
Önümdeki kadın kırk-kırk beş yaşlarında olmalıydı ama hoş bir poposu vardı ve iyi de
sallıyordu, gözüm takıldı istemeden. Yarım kalan bir duyguyla yemeğimi alıp Eylem’in
masasına devam ettim.
Eylem’in karşısında otuzlarında, bluzu dekolte, eteği dar biri oturuyordu. Benim
Eylem’e yürüdüğümü görünce sola kayıp yol verdi.
“Çok mersi…”
“… Sabahın beş buçuğunda kalk, giyin, zorla bir şeyler atıştır, dişlerini fırçala,
saçlarını tara… Berbat bir trafiğin içine dal… Ne için? Bir sömürgene artı değer kazandırmak
ve o artı değerden sana atılacak bir parça kemik için… Nasıl razı olunursa böyle bir hayata
Osman…”
“… N’oldu niye gülüyorsun komik bir şey mi var, ben mi kaçırıyorum…”
“… “Sebepsiz yorgunluk hastalığın habercisidir” diyor Hipokrat…”
Duvardaki yuvarlak saate baktım, 5 dakika geçiyordu arayı…
“… İyi bir sıçıştan sonra elini uzattığında tuvalet kâğıdı olmadığını keşfetmek kadar
kötü bir duygu yok hacı…”
Arta kalan portakallar bir kâse içerisinde masaya kondu görevliler tarafından. Bir
portakal alıp kabuğunu elimle soydum, Eylem’e uzattım önce. “Hayır” işareti yaptı eliyle. Bir
dilim yedim. Çocukluğumdaki tadı yine bulamadım.
Beklerken birkaç kişi daha geldi masada yerini aldı.
“… Çirkin kızların hayattaki tek vazifeleri, güzel kızların yanında kontrast etkisi
yaratarak onların nispeten daha güzel görülmesini sağlamaktır…”
“… Öyküde temelde iki türlü anlatıcı ya da bakış açısı vardır: “Ben” ve “o”. “Ben”
anlatıcı tekniği diğer bir deyişle birinci tekil kişinin ağzından yapılan anlatım biçimi,
öyküdeki kahramanların birinin ağzından yapılan anlatım biçimidir. “O” anlatıcı ise, yazarın
ağzından yapılan anlatım biçimidir. “O” ya da “üçüncü tekil kişi” bakış açısına “Tanrı yazar”
tekniği de denir. Böyle adlandırılmasının nedeni, tıpkı bir Tanrı gibi, anlatıcının istediği
zaman istediği karakterin zihnine girerek onların duygu ve düşüncelerini aktarabilmesidir…”
“… Ne yani biz duygularımız talan edilsin diye mi buradayız…”
“… “Ben” ve “o” anlatıcı kadar sık kullanılmasa da bir diğer anlatıcı “ikinci tekil kişi”
anlatıcı ya da “sen” anlatıcıdır. “Sen” anlatıcı bir hesaplaşma atmosferi kurmada çok işe
yarar…”
“… Tamam kardeşim ben karışmıyorum nasıl biliyorsanız öyle yapın…”
“… Bu üç bakış açısından farklı olarak anlatıcının sesinin çok gerilerde olduğu, hiçbir
kahramanın zihnine giremediği “nesnel” ya da “gözlemci” anlatıcı dediğimiz bir başka
anlatıcı daha vardır. Bu anlatıcı sadece görülebilir ve duyulabilir nesnel dünyayı okura aktaran
tarafsız bir konumdadır. Hatta bir anlatıcının olduğu çoğunlukla unutulur. Salt diyaloglardan
oluşan tiyatro metinleri, senaryolar bu bakış açısıyla yazılır…”
“… Amerikan emperyalizminin hepimizi tektipleştirmek için dayattığı tüketim
kültürüne yenik düşmüş tarama engelli sıradan biri gibi görünüyorsun…”
“… Kurgu karakterin bir fonksiyonu ve karakter de kurgunun bir fonksiyonudur.
İkisinin anlamlı bir şekilde bölünmesi mümkün değildir. Ortak alanları eylemdir…”
“… Sen bir şairsin, senin hayatın her halini deneyimlemen lazım… Tamam, dünyada
işler güllük gülistanlık değil ama sen sadece aşkın, sevginin, güzelliğin şiirlerini mi
yazacaksın? Kötülükler, ayrılıklar, acılar da sevdaya dâhil değil mi?”
“… Yazmayacağım, sanatçıya kimse emir veremez. Yazacaktım ama sırf dayatıldığı
için yazmayacağım…”
“… Aşk, üzerinden ticaret yapılacak bir duygu değildir; daha yüce bir duygudur…”
“… Tarihsel süreç içerisinde geleneksel, modern, post-modern anlatılarda anlatıcının
konumu, yazarın da ona bakışı sürekli değişmiştir. Modern anlatılarla birlikte anlatıcı sesin
işlevi, konumu iyiden iyiye karmaşık bir hal almıştır. Anlatıcı metinde tanımlanabilir,
görünmez olabilir, nesnel olabilir, taraf alabilir, ana karakter ya da yan karakter olabilir…”
“… Benim numaramı siler misiniz lütfen, çok rica edeceğim…”
“… Biz bir öyküde dil işçiliğini, imgesel gücü, duygusal aktarımı veya bilinç akışı
yöntemini fazlasıyla ortaya koymuş olabiliriz. Ne var ki, öykü bittiğinde mutlaka bizden
cevabı beklenecek bir soru vardır: Öykünün hikâyesi yani olay örgüsü nedir?”
“… Sabahattin Ali’nin amacı, her zaman olduğu gibi burada da toplumdaki ezen-
ezilen çatışması üzerinden bir diyalektik kurmak…”
“… Dünya yuvarlak değil canım, geoit; yani kutuplardan basık, bilmiyorsan öğren…”
“… Peyami Safa’nın romanlarında zaman bileşeni aynı zamanda psikolojiyi de
yedeğine alarak ilerler…”
Sunum bitmişti, dağılıyorduk… Ve fakat çoğu emekli olan bir grup bir türlü
dağılamıyordu. Karşılıklı kitaplar imzalanıyor, fotoğraflar çekiliyor, olmadı bir poz daha
çekiliyor…
Eylem’le biz çay ocağının olduğu kısımda sıkışmış kalabalığın dağılmasını
bekliyorduk. Eylem, psikoloji bölümünde okuyan nefis tenli, güzel gözlü, daracık kot giymiş,
kulağında süslü küpeleri olan, genç, sıhhatli, becerikli ve rahat bir kızdı. Üstünde göğüs
dekolteli beyaz bir bluzu vardı. Yeşil parkası ayrı bir hava katıyordu kombinine. O kahve
içiyor ben de çayımı yudumluyordum sunum yorgunluğunun üzerine. Söyleşiyi Eylem’in
evinde yapmaya karar vermiştik ayaküstü. Ali abi, yeni işe aldığı ofisboya yapacağı işleri
sıralıyordu omzunun üstünde kül rengi dumanlar bırakarak.
“… Lavaboları ve tuvaletleri sil, çöp kutularını boşalt, aynaları parlat, el havlularını
değiştir, bittiyse sabun koy, bol miktarda oda spreyi sık, tuvalet kâğıtlarını kontrol et. Sonra
benim ofisteki çöp kutularını belediyenin geri dönüşüm kutusuna götür, hemen yolun
başında… En son da masaların tozunu al…”
Hoş bir akşamüstüydü, bayıltıcı olmayan. Kaplumbağa’nın motoru çalıştı, tekledi ve
stop etti. Bir kez daha bastı marşa Eylem, çalıştı. Eylem’in karşıdaki evine gidiyorduk. Dikiz
aynasından baktım. Yolun sağına soluna özensizce park edilmiş modern arabalar zararsız bir
zombi gibi birden canlanarak uzaklaşıyorlardı bizden.
“… Hayret bir şey paradan başka bir şey konuşmuyorlar ya, başka bir gündeminiz yok
mu arkadaş…”
“… Yok Kartalkaya’da sizi hiç görmedim, yok bilmem ne… Belki ben kayak
sevmiyorum abi, paran var diye senin kafandaki zengin şablonuna uymak zorunda mıyım
ben…”
“… İnsanlara layık gördüğünüz hayat standardı bu mu yani…”
“… Bir kız sana yanlış yaptı diye aşka küsmeler falan nedir ya, ergen misin olum
sen…”
“… Parada pulda, malda mülkte hiç gözü yok Ali abinin; bulursa yiyor, bulamazsa
şükrediyor…”
“… Dört kahveden önce kendime gelemiyorum…”
“… Bilmiyorum beni de aşan sorular bunlar…”
“… Biraz fazla iddialı bir isim gibi geldi bana…”
“… Nasıl bir adamdı o ya, nerden geliyor onun yaşam enerjisi?”
“… Valla çok ayıp ettin adama, en son söylenecek lafı en başta söyledin, dilinin hiç
ayarı yok Eylem…”
“… Ben de isterim kelimeleri göğsümde yumuşatayım, böyle ayağımla sektirip,
havaya kalkayım rövaşataya, doksana takayım ama olmuyor işte… Ne tekniğim yetiyor ne de
nefesim…”
“… Açıkçası ben biraz akışına bıraktım işi…”
“… Bilmiyorum kafam çok karışık…”
“… Malum ülkemizde insan malzemesi biraz sıkıntılı ama ben elimden geleni
yapıyorum yine de…”
“… Daha iyi şiir yazmak istiyorsan belki de bakış açını değiştirmen lazım…”
Eylemin oturduğu siteye yaklaşmıştık. Yol üzerinde bir tekel bayisinde durup bira,
cips çerez bir şeyler aldık. İkimiz de sigara içmiyorduk.
Siteye geldiğimizde güneş tepemizde yorgundu…
“… Eylem, menemen deyip geçme, fakir dostudur menemen…”
“… Osman Akyol kimdir ve onu diğer yazarlardan ayıran en önemli özellikler
nelerdir?”
“… Yazar önce “gerçek”ten bir parçaya takılır, buna öykü çekirdeği deriz, daha sonra
bu parçayı hayale dönüştürür, kurgulayarak muhayyilesinde yeniden canlandırır…”
“… Yani gıcık oluyorum biliyor musunuz böyle zırt pırt promosyon reklamları,
indirimler, kampanyalar bilmem neler… Yani bunların tek dertleri cebimizde kalan son
kuruşu da böyle ellerini atıp oltayla almak…”
“… Gerilim kurgunun enerjisini sağlar, metnin çalışması bu gerilime bağlıdır…”
“… Okuyucusuyla buluşsun…”
“… Sanatın edebiyatın reklamı olmaz, sanat edebiyat kendi kendini sattırır…”
“… Yazar, çatışma düğümünün çözümü bazen okura bırakılabilir…”
“… Neyse bağlayamadım bir şeye…”
Söyleşi üzerine film… Muhteşem…
“… Anlaşılan o ki, senin bilinçaltında bir takım korkuların var ve bunlarla yüzleşmen
gerekiyor…”
“… Kant, aşkı, ‘Aşk, patolojik duyusal bir duygulanımdır’ diye tarif ediyor…”
“… Bazen duygular çok ağırlaşır, kelimler taşıyamaz onları…”
“… Ama sen sanatçı adamsın Osman abi; bu stres, anksiyete, kaygı falan normal
şeyler ve bunlar senin biley taşların, bunlar seni keskinleştiren şeyler ama dikkatli olman
lazım tabi, panik atağa çevirmesin…”
“… Link atayım mı sana? Yok yok Google’dan bulurum…”
“… Karakterler güçlü, dramatik yapı sağlam, senaryo muhteşem…”
Koltuğuma yerleşip bardağın dibinde kalan son birayı çalkaladım. Kaliteli parlak
turkuaz bir gömlek vardı üstümde, pantolonum da yeniydi, siyah. Birayı fondipledim, kalktım
bir tane daha koydum…
Eylem çoktan uyumuştu. Gür, sağlıklı saçları yastığın üzerine özgürce dağılmıştı.
Serinkanlı, huzurlu, tertemiz, boynunda kolyesi, dekolte geceliğinden göğüsleri fırlamış ve
asla benim olmayacak dudakları, hayır, diyordu.
“… Ama sen sanatçı adamsın Osman abi…”
Küçük bir evdi ama huzur veriyordu insana. Camdan bakınca Marmara’yı, Adalar’ı
görebiliyordunuz…
Aradığım mutlu olmaktan ziyade huzurlu, anlayışlı ve paylaşılan bir ilişkiydi şöyle
içinde çocuklar falan olan, piknik gezmelerine, alışverişlere gidilen…
Öpüyor bir yandan da geceliğini yukarı doğru sıyırıyordum. Sutyen giymemişti
Eylem, portakal iriliğindeki göğüsleri bir anda elime geldi, sıktım…
“… Sen bir şairsin, senin hayatın her halini deneyimlemen lazım… Tamam, dünyada
işler güllük gülistanlık değil ama sen sadece aşkın, sevginin, güzelliğin şiirlerini mi
yazacaksın? Kötülükler, ayrılıklar, acılar da sevdaya dâhil değil mi?”
“… Kelimeler kifayet etmiyor duygularımı anlatmaya…”
Sonra her adımda biraz daha rahatlayarak indim merdivenlerden. Yere bastığımda bir
daha bu kadar yükseğe çıkmamaya kendi kendime söz verdim…
“… Senin gerçekten bir psikoloğa ihtiyacın var Osman abi, iyi değilsin sen…”
Hani artistlik olsun diye devrik cümleler kurmaya çalışan radyocular vardır ya:
Yitiyordu yokluğunda sabahların yeknesak umut kırıkları ve sen ki bencileyin bir yıldız, bir
ay, bir yakamoz, bir güneş…
“… Yaşlı ve zengin bir müşterilerden biriyle ilişki kurup evlenmeyi düşünürdüm
garsonluk yaparken…”
Osman Akyol
15 Temmuz 2022, İstanbul
Bir cevap yazın