Sevebileceğiniz birine öyle kolayca rastlamazsınız diyor Dostoyevski. O da tam olarak böyle düşünüyordu. Bu nedenle ona rastladığında bütün zırhlarını söküp atmıştı…
Bir süredir kendini iyi hissetmediği bir dönemden geçiyordu. Mental olarak başlayan bu yorucu hal, en sonunda bedenine de yansımıştı. Normalde kolay kolay ağrı kesici bile içmediği halde iş yerinden çıkar çıkmaz yoğun bir baş ağrısıyla acile gitti. Ateşi de tansiyonu da oldukça yüksekti. Bu yüzden enjeksiyon yapılacak ve serum verilecekti. Hemşireler ilaçları hazırlarken, acil bakım ünitesindeki yataklardan birine uzandı. Ateşin de etkisiyle neredeyse titreyecek kadar üşüyordu… Bir yandan da aklında o vardı. En son bir iki ay önce onunla birlikte acile gitmişti. O gün iyi hissetmeyen Güneş’ti. Hayata karşı dik duruşunu hastanede bile sürdürmüş, serum alırken dahi kafasını yastığa yaslamamıştı. Sahir, onun inatçı biri olduğunu düşünse de birçok noktada inatçı davranan aslında kendisiydi. Tıpkı isimlerindeki zıtlık gibi karakterleri de bir o kadar zıttı.
Sahir; hiç aramadığı, hiç beklemediği bir anda rastlamıştı ona. Yol yakınken dönmesi gerektiğini doğrulayan birçok neden vardı. Ancak o, çok kısa bir zaman sonra dönüş yolunun onun için hiç de yakın olmadığını anlamıştı. İlk defa bir hisse tamamen teslim olmuştu. Hemşirenin gelmesiyle düşünceleri bölündü. Sağlık görevlisi hızlıca iğneyi yapıp serumu taktıktan sonra uzaklaştı. Birkaç saniye sonra Sahir, bütün vücudunda korkunç bir sıcaklık hissetmeye başladı. Başı dönüyor ve etrafındaki her şey flu görünüyordu, bir terslik olduğunu anlamıştı. Seslendi ancak kimse gelmedi. Seslenmeye devam ederken havada uçuşan noktacıklar görmeye başladı. Can havliyle birkaç defa daha seslendi. Ayağa kalkacak gücü yoktu. Saniyeler içinde havada gördüğü noktalar, yıldızlara dönüştü…
Yıldızlı bir gecede, deniz kenarında, kayalıkların üzerinde oturuyorlardı şimdi. Onunla geçirdiği birkaç andan biriydi bu. Birbirlerini daha henüz tanırken hayatları hakkında sohbet ediyorlardı. O sırada bu kıymetli anın çok tanıdık geldiğini fark etti. Karanlıktı ama yine de Güneş’in yüzünü daha net görmek için kafasını ona çevirdiği anda bir geminin ışığı şiddetli bir şekilde yüzüne vurdu. Işık gözlerini kör etmiş gibiydi. Yeniden gözlerini açtığında tepesindeki hastane ışığını fark etti. Meraklı gözlerle ona bakan doktor ve hemşirelerin uğultusunu duyabiliyordu. Gittikçe cümleleri daha net seçmeye başladı. Bayıldığının o an farkına vardı.
Sesini duyan bir temizlik görevlisi, hemşirelere haber vermişti. Hemşireler panikle geldiğinde Sahir kıpkırmızı ve baygındı. Tansiyonu ve nabzı çok yüksekti. Hemen serum kapatıldı ve alerji ihtimaline karşılık farklı bir serumla oksijen maskesi takıldı. Yüksek olasılıkla serumun içeriğinde yer alan ilaçlardan birine karşı bilmediği bir alerjisi ortaya çıkmıştı. Gözlerini açmasına rağmen nefes almakta zorlanıyor, kafasından ter boşanıyordu. Hemşireler birkaç dakika daha gecikseydi belki de çok daha kötü şeyler olacaktı. Bu defa yanına bir acil durum butonu koyup gittiler. Beş dakikada bir gelip tansiyonuna baktılar. Daha önce bu şekilde bir akrabasını kaybettiği için ne kadar ciddi bir şey atlattığının farkındaydı. Ancak bu durumda bile aklına gelen tek kişi Güneş’ti. Bir süredir iletişimleri yoktu. Yokluğu ona o kadar ıstırap veriyordu ki başka mevcudiyetlere de tahammül edemez olmuştu. Bunları düşünmeye devam ettikçe nabzı daha hızlı atıyor, kendine gelmekte zorlanıyordu. Bir süre sonra yeni takılan serumun da etkisiyle sakinleşmeye başladı. Sakinleştikçe kafasındaki düşünceler de aydınlandı.
Güneş, nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde, kendisinden hem fiziken hem de ruhen çok uzaktaydı. Sahir, bu zamana dek onun sınırlarına ve fikirlerine duyduğu saygıdan dolayı sessiz kalmıştı ancak yaşam bu kadar belirsizken bu sessizliğin bitmesi gerektiğini düşündü. Telefonunu çıkardı ve kısa bir mesaj yazdı: “Birkaç adım daha atsam ulaşır mıyım sana? Biliyorsun, yol hiçbir zaman yakın değildi.”
Bir cevap yazın